GÖRÜŞ: UÇANA KAÇANA FELİÇİTA!!!



Eminim sayısal fotoğrafın evveliyatında sanık sandalyesinde oturup af dilemesi gerekirken, yargıç kürsüsüne konuşlanıp, kasten haksız hüküm veren bu kadar çok sayıda gülünç 'fotoğraf insanı' bulunmuyordu. 

An için anlaşılan da o ki, analog fotoğrafçılığın simyagerliği anıştıran öteki-egosu, ‘PIT!’ diye karı boşayan bu bekârları ürkütüp kaçırıyor, oyunun dışında bırakıyormuş. Sayısal fotoğraf sayesinde işler kolaylaşınca da nüfusu günbegün artan garip bir kalabalığa dönüşmüş... 

Günümüzde "Heyhat! Nasıl olur da böyleleri camiayı doldurur?" diye kendimize sorasıya, bu kıymeti kendinden menkuller varlıklarını, -en bayağı ve en sıradan olanın ayakta kaldığını öngören Darwinci teoriyle- haklı kılıyor. 

Sorsan... Hatta sormasan da kendilerince formülize ettikleri yöntemlerle, fotoğraf eleştirisinin ‘nasıl?’ ve ‘kim?’ tarafından yapılması gerektiğini muştuluyorlar. "İyi fotoğraf sergisi nasıl olur?"un şartnamesini ilan ediyorlar. 

Geçen gün, Halki'de kulak misafiri olduğum monologdan hallice bir diaologumsu da, bu duruma hoş bir emsal teşkil ediyordu: 

(Düşünün ki 40'ına merdiven dayamış, üstüne futbol formasını çekmiş, boynuna afili DSLR makinesini asmış bir erkek yanındaki 20'li yaşların 2. yarısında ömrünü sürdüren genç kızımıza aynen şöyle buyuruyordu.) 

- Ben artık fotoğraf sergisi gezerken pek zaman harcamıyorum. Bir sergiyi gezmem 5 dakika ya sürüyor ya sürmüyor. 

(Naçizane bendeniz, o noktada şöyle düşünüyorum. Herhalde adam sergilerin seviyesizliğinden dem vurup, bu durumu menfi manada eleştirecek. Hoşuma da gidiyor. Dışarıda bir yerlerde, birileri militan iyimserlikten arınmış, gidişata yorum getiriyor diye ümitleniyorum.) 

- İnan şimdi seninle birlikte belirli bir konuda karar kılsak, sende çıksan bu doğrultuda çekimler yapsan... sonra da birlikte oturup fotoğraflarını ayıklasak, ortaya çıkan seçkiyle hemen bir sergi açabilirsin. 

(‘Vay!’ dedim. Ne konuşmanın şahit olduğum evresindeki ilk cümleyle ikincisi arasında bir ilişki kurabildim, ne de bu şahsiyetin "Merlinvari" kerametini çözebildim. Çok hokuspokus br şahsiyetti canım!) 

"gül. dal. diken - Hangi şahsiyet ateşten gömleği giymeksizin onun harından, cefasından bahsederse; bilinmeli ki o yalancı bir şarlatandır. O, gömlek bir yana ateşten b*klu tuman dahi giyemez" - Mirat 

Banal-otomatik ilerlemecilere göre, gelecek şimdiden bellidir, ısrarla da "iyi" olacaktır. 

Bundan kelli; mevcut koşullara kafa yormaya, darlanmaya değmez. Israrla söylüyorum. Değmezzz! Güncel tabirle sıkıntı yok! Birçok şeye ‘mutlak’ ve de ‘nihai’ sonuç, zaten her birimizi mutlu edecek kati bir final iken, aksi muhabbetlere lüzum yoktur. Alternatif çözüm gereksizdir. Bu zaman kaybının ağasıdır. 

Oysa Ernst Bloch'a göre ‘Gelecek kısmet olarak gelmez insana, insan geleceğe gelir, kendinle olanla girer onun içine...’ 

Bende bu düşüncenin altına imzamı atarım. 

İnsanoğlunun ‘kendinde olan’ ise, ‘cesaret’, ‘kararlılık’ ve onların olmazsa olmaz gereksinimi ‘salt gözlemci olmayan bilgi’dir... 

Çünkü yine aynı düşünürün sözleriyle; salt gözlemci olan bilgi zorunlu olarak olup bitmiş ve böylece de geçmiş olanla ilgilidir, hâlihazırda olan karşısında çaresiz, gelecek karşısında kördür.’

Asıl bilgiyse ‘süreçle birlikte yürüyen, orada işlemekte olan İyi'ye yani süreçte insana layık olana aktif-taraflı olarak bağlı bir tarz’dır... 

Bloch'un tanımlarıyla, ‘banal-otomatik iyimserlik’, onun aksi kutbu olan ‘mutlaklaşmış karamsarlık’tan daha az zehirleyici değildir’... 

‘Çünkü ilki mahcup gericiliğe, ona göz kırpan katlanma ve pasifliğin emeline hizmet ediyorsa, ikincisi de açıkça, adıyla sanıyla ortaya çıkan utanmaz gericiliğe hizmet eder’... 

Tüm bu tespitlerin ışığı ve camianın içinde bulunduğu koşullar beni düşüncelere gark ettiriyor. 

Şöyle bir geçmişe dönüp anıları tazelediğimde, bir takım komik fikir ve temennilerden oluşan hatıralar gözümde canlanıyor. Neymiş, adam Laleli'de bir azizeymiş. Muhasebe mezunuymuş. Fakat fotoğrafa delice gönül vermiş. Haksızlık edilmesinmiş. O adam şu anda bir güzel sanatlar fakültesinin fotoğraf bölümünde, Yrd. Doç. olarak görev yapıyor. Gerçi ÜDS'yi aşana kadar ifrit olmuştu. Doçentlik sınavında, komisyondan külleten ret alıp tarihe geçmişti (5-0). Bu hezimete yenik düşmeyip, güç ihtirası yüzünden bir yol bulup, şansı da yaver gidince görev yaptığı okulda, Dekan yardımcısı olmuş. Bravosimmo! 

Bu sürece şahit olup ta bana, ‘Abi, sende sürekli bu adamlara takıyorsun, enerjini boşa harcıyorsun’, ‘Yazdıklarını okuyanlar kuyruk acısı mı var diyecekler’ diyen arkadaşlara nanik olsun. Bu tip söylevler veren sebzeler, kendi türevi olan bu şahsiyetlere, titr uğruna ‘koton şövalyeliği' yapıyorlar. Zor iş Allah kolaylık versin. Tabi ki takarım... ben takmasam... sen takmasam. Nasıl çıkar bu karanlıklar aydınlığa?.. 

Popüler kültürün bir parçası olup, türlü işler yapan (iş adamı, talk-showcu, oyuncu, türkücü, manken vb.) insanların fotoğraf aracılığıyla gündeme gelmeleri fotoğrafçılığı beslermiş. "Babayı besledi!" Uyanık birkaç fotoğrafçı, bu kimselerle kurduğu ilişkilerle kendilerine kişisel menfaat kanalları oluşturdular. Popülerler ise, memleket fotoğrafçılığını sömürüp, kendilerini bir kez de fotoğraf vesilesiyle gündeme taşıyıp, alnımızdan ıslak ıslak öpüp gittiler. Bu da bizim insan sevgimizi pekiştirdi. Hah! İşte ben buna gülerim. 

Hiç unutmuyorum... Günlerden bir gün ki, bu tam da güzide bir üniversitemizin fotoğraf bölümünde diploma projelerinin değerlendirildiği gün oluyor. Akademiye gittik, maksadımız bizler için oldukça kıymetli bir hocamızı ziyaret etmek; bir proje hakkında fikrini almak ve bu konuda işbirliği teklif etmekti. Çok kısa süreliğine bir araya gelebilme fırsatı bulduk. Biz bu kısıtlı sürede meramımızdan bahsettik. Olay ana ekseninden saptı. Sevgili hocamızın başka amaçları vardı. O ticari bir fotoğraf kurumunu kendine mesken edinecek, galerisini 2 senede Avrupa çapında bir mekân haline getirecekti. Bu durumda benim ilk tepkimem oldukça komik ve de küfürlü oldu. Verdiğim tepkiye karşılık hocamız ‘O öyle bu böyle diye iyiden iyiye içimize kapanıyoruz. Etkimizi yitiriyoruz’ minvalinde bir şeyler geveledi. Ya bana bir haller olmuştu. Ya da riyakâr bir lavuktum. Hafızamı tazeleyerek, hatırlamaya çalıştım. Biz hiç gerçek manada bir işbirliği yapmış mıydık? O mobilya! tasarlarken, lütfedip gelebildiği derslerde gözümüzün içindeki ışığın yoksunluğundan bahsederken, bir takım kişisel ego tatmin grupları oluşturup ardından da lav ederken, ne vakit fotoğrafa zaman ayırabiliyordu?

Çok uzatmadan kendisi bahsettiği mekânda herhangi bir mikrodevrim dahi yapamadığı gibi, aynı yerin çıkarttığı, albümler zincirine kendisininkini ekliyor. Periyodik yayında rumuz kullanarak, bir takım makaleler yazıyor. O’nunkisi de tipik kişisel çıkarlara odaklı, banal-otomatik iyimserlikti. Sonucu tahmin ettiğim gibi demeyeceğim. Bu sonucunu bildiğim bir şeydi. Olumsuz sonuçlandı. 

Bunlar gibi daha birçok örnekleme de yapmak mümkün. 

Günümüzdeki asli manzaraya bakıldığında ise; özel üniversiteler açtıkları fotoğraf bölümlerini birer birer kapatıyorlar. (Bu bölümlerden birisinin ‘porno skandalı’ adı verilen hadisenin ardından kaderine terk edilişi içler acısı bir öyküdür.) Bilemedin üniversiteler bu bölümlere yaptıkları yatırımları azaltıyorlar. Bunun sonucunda fotoğraf bölümleri, çocuklarının bir baltaya sap olamayacağını anlayan ebeveynlerin veletlerini gönderdikleri birer ortam halini alıyor. 

Devlet üniversiteleri arasında hepi topu 3 tanesi öğrenci adaylarının gözdeleri, onlarda olup bitenlerse ayrı bir gündem konusu... 

Ticari fotoğraf kurumları olup bitenin farkında olarak, bir takım fotoğraf akademisi oluşumlarını hayata geçiriyorlar. Verdikleri mesajı dillendirmeseler de, aslında işaret ettikleri çok açık: "Ne gereği var, akademilerin özel yetenek sınavlarına girmeye yahut ta özel üniversitelerin yüksek meblağlı harçlarını ödemeye?.." Gelin canlar bir olalım. Hobareyyy! Çok cüzi duygusal katkılar sağlayın, bizde sizi kanatlandırıp uçuralım... 

Nihayetinde tüm bu olanlar banal-otomatik iyimserlik sonucunda ortaya çıkan sonuçlar oldu. Güya her yol olumlu bir sona çıkacaktı… Deme be gülüm! Ben bu hikayedeki kokulu sümbülüm...

Bundan ötürü camianın ileri gelenleri bir vesileyle ortamda köşe taşı haline gelen zibidileri dışlamalı, dinoların ehemmiyeti lüzumundan fazla olmamalı, güven beslediğimiz kimseler, tırı-vırı yapılarla işbirliğinden kaçınmalı, menfaatleri doğrultusunda hareket ederek yıllar boyunca ince eleyip sık dokuyarak oluşturdukları fotoğraf anlayışlarını satılık hale getirmemeliler. 

Kimi validemle bu nevi yazdıklarımı paylaştığımda, üslubumu eleştiriyor. Yumuşatmamı istiyor. "Ne yahu! Ben gardenya kokulu çamaşır yumuşatıcısı mıyım?" Onu kırmayıp, üzmemek için fazla polemiğe girmiyorum. 

Fakat şu terbiyevî yazma ya da konuşma dedikleri şeye gelince, bu hayırsever görünümlü entellektüelimsi ahlâksızların, düşündükleri için suçlu ilân edilmişlerin silahı olan haklı nefreti ve öfkeyi etkisiz kılmak için kullandıkları saçma ve riyakâr bir yöntemdir. 

Zamanı gelmiş bir düşünceden daha güçlü bir şey yoktur. Düşüncenizin yeri ve zamanı olduğunu düşünüyorsanız terbiyevi olmayı boş verin. Sadece kereviz terbiyeli olunca daha güzeldir. 

‘Deliler tanrının esas evlatlarıdır.’