GÖRÜŞ: BEN FOTOĞRAF ÇEKTİRİRKEN


Kasvetli bir sonbahar günü, oldukça dik yokuşlu yolu tırmanırken, yaptırımlara içimden lanetler okuyarak adım adım ilerliyordum.

53 yaşındaydım. Şimdiye değin defalarca vesikalık fotoğraflarımı çektirmiştim. Sonuncusunu 3-4 yıl kadar önce yine şu an gitmekte olduğum fotoğrafçıda çektirmiş olmalıydım. Hayatımın hangi evresi olursa olsun, bu fotoğraf çekimi işi beni hep gerginleştirmişti.

Ben bunu birkaç nedene bağlıyordum. 

Bunlardan ilki fotoğraflarımın çekilmesini pek sevmemen, ikincisiyse, bu fotoğrafları çeşitli nedenlerle ortaya çıkan sıkıcı bürokratik nedenlerden ötürü çektirmiş olmam.

Pasaport çıkarmak, ehliyetimi ve nüfus cüzdanımı yeniletmek gibi gerekçelerden bahsediyorum.

Bunlara yeni bir etkende oğlumun “Camera Lucida” adlı kitabı okumasıyla diğerlerine eklendi.

Kitaptan küçük bir alıntı yaparak bu son etkene de bir açıklık getirmek istedim.

“Model, maruz kalan ve bakandır. Maruz kalma durumunun onda yarattığı duyguları, fotoğrafın kendi keyfine göre bedenini yaratmasına ya da öldürmesine benzetir. Bunu Fransız komüncüler örneğiyle destekler.  Fotoğraflanmanın ardından öznesinin kağıt düzlemine aktarılmasını, kendisinin nesneye dönüşmesini tedirginlikle karşılar. Kafasında hep, ait olma duygusuyla ilgili o soru vardır. Fotoğraf kime aittir? Fotoğrafçıya mı? Yoksa, öznesinin nesneye dönüşümüne gönüllü olana mı?”

O zamana kadar bu durum hakkında dillendirebileceğim net bir düşüncem maalesef yoktu. Fakat, sağ olsun Roland BARTHES bunu gayet, açık seçik kaleme alarak zihnimdeki bulutlanmayı ortadan kaldırdı.

Bir diğer çözemediğim durumda sevmediğim bu çekim işine giderken, kendime çeki düzen verme saplantılarımın aniden depreşmesi... Eee!.. ne de olsa vesikalık fotoğrafımda kaba tabirle, "adama benzemeliyim" ki, işim görülsün. Kahrolsun oportünizm.

Benim için en gerilimli anlar fotoğraf stüdyosuna girince başlıyor. Işıklar, fonlar, tuvalet masası, fotoğrafçı ve onun bitmek bilmeyen direktifleri...

Şöyle kendimi kaptırıp, 5 dakikacıkta olsa film artistleri gibi davranamıyorum. Hafif nazlı... birazda buyurgan... Sıra çekim anına gelip de o tabureye oturmam gerektiğinde gerilimim tavan yapıyor. Kendimi o an elektrikli sandalyede idama mahkûm edilmiş bir kanunsuz gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim. Çekim için geçen dakikalar birden sanki saatlere dönüşüyor. Birden flaşlar arda arda patlamaya başlıyor. Çekim işi bittiğinde ne yalan söyleyeyim, sanki üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyorum. Sanki tüy gibi hafif...  Ardından fotoğraflarımı alacağım güne değin sürecek olan, benim için diğer bir stres yüklü süreç başlıyor.

"Fotoğraflarım nasıl çıkacak?", "Bir önce çektirdiğim vesikalıklardan daha iyi mi olacak?", "Yoksa daha mı kötü?", "Acaba geçen sürede çok yaşlanmış mıyım?", gibi sorular bahsettiğim süreç bitene değin kafamı oldukça meşgul ediyor. 

Sonunda o gün geldiğinde, çekim için ağır adımlarla çıktığım yokuşu sabırsız adımlarla tırmanarak fotoğrafçıya gidiyorum. Nedendir? bilmem. Şimdiye kadar hiç fotoğraflarımı aldıktan sonra, onlara fotoğrafçının dükkanında bakmadım. Belki de bu ilk tepkimi kimseyle paylaşmak istemememden kaynaklanıyordur. İster beğenmiş olayım. İster beğenmemiş. Bir kez olun fotoğrafçıya bunu söylemedim. Zaten kendisi sorsa, doğrudan doğruya hissettiklerimi de söylemem sanırım. Hatta sanmaktan da öte söylemem.  Hiçbir seferinde, fotoğrafçıdan tekrar fotoğraflarımı çekmesini de talep etmedim. Ne bileyim işte, ben böyleyim...  Kendini bu alanda ispatlamış bir fotoğrafçıyı tercih ettiğimden hatanın hep benden kaynaklandığını düşündüm. Bu durumda da fotoğrafçıya hesap sormamın bir anlamı olmazdı. Düşünsene adam herkesi memnun eden sonuçları aldığı fotoğraf makinesiyle, ışık koşullarıyla benim fotoğrafımı çekmiş ve ben fotoğrafta kötü çıkmışım. Adama “Boş versene, sen.”, derler.

Yalnız, geçmişte fotoğrafçıya çekim maksadıyla ya da fotoğraflarımı almak amacıyla gittiğimde, fotoğrafçıyla sert tartışmalar yapan müşterilere de şahit olmuşluğum var. Sorun hep aynı olurdu. Müşteri: “Bu nasıl fotoğraf? Bunun neresi bana benziyor?”, diye sorup durur. Bu tartışmalara kulak misafiri olduğumda dikkatimi çeken en önemli şey, müşterinin ortaya çıkan sonuçtan dolayı sürekli olarak fotoğrafçıyı suçluyor olmasıdır. "Acaba kendisi bu hadisede hiç mi pay sahibi değildir?" Sanırım bu benim milletimin her alanda ortak sorunu, hatayı kendimizde aramak yerine başkalarını suçlamayı yeğliyoruz. Tabi fotoğrafçıdan kaynaklanan bir sorunun olabilme olasılığını da atlamamalıyım.

Benim dikkatimi çeken önemli bir diğer noktaya gelince; vesikalık fotoğraflarımdan ister memnun kalmış olayım ister olmayayım. Fotoğraflarımın gerek görüldüğü işlem çözümlendiğinde inanılmaz memnun oluyorum. O zaman ilk anda ucube gibi çıktığımı düşündüğüm vesikalıklarım dahi gözüme bir güzel gözüküyor... bir güzel gözüküyor. Aksi takdirdeyse, çekilmiş olan fotoğraflarımın standartları nasıl olursa olsun, benim için kabahatli sürekli olarak fotoğraflar oluyor. Bazen beğeni kriterlerimde değişiyor. Bazen hiç memnun kalmadığım fotoğrafları, uzun yıllar sonra tekrar gördüğümde oldukça hoş buluyorum. Bunun nedenini geçen yıllar içerisinde çözdüğüme inanıyorum. Çünkü, o tür fotoğraflar benim yaşantımın kimi keyifli bölümlerini hatırlamamı sağlayarak anılarımı taze tutuyorlar.

Fotoğrafçılık alanında bilgi sahibi olmadığımı kabul ediyorum. O yüzden tüm fotoğrafçılardan cahilliğimi şimdiden bağışlamalarını diliyorum. Ama onların işinin kesinlikle benden, yani fotoğrafı çekilenden çok daha basit olduğunu düşünüyorum. Hatta, ilk portremi çektireceğim fotoğrafçının vesikalığını çekmeyi teklif ederek bunu kanıtlayacağım.

Amadis Dudu a.k.a Cenk 'Mirat' PEKCANATTI