GÜNCE: BİR FOTOĞRAFÇININ GÜNLÜĞÜNDEN - 4



Geçtiğimiz günlerden birinde kendisi de benim gibi fotoğrafçı olan bir arkadaşımla birlikte Beyoğlu‟nda gece gezmesine çıktık. Mekânlar her zaman olduğu gibi hınca hınç dolu, hiçbir yerde oturacak yer yok. Girdiğimiz ortamlardan birisinde –sonradan bizim okulda halen öğrenci olduğunu öğrendiğim– bir grupla rastlaştık. Sağ olsunlar bizi yanlarına davet ettiler oturduk. Laf lafı açtı. Muhabbet kendi çapında koyulaştı. Bu arada arkadaşım, bir vesileyle benim Gölge Fanzin‟den I.İ.K olduğumu söyledi. Bunun üzerine muhabbetin ana ekseni fotoğrafa doğru kaymaya yüz tuttu. Gruptaki bir arkadaşla birbirimize daha yakın oturduğumuzdan ötürü, daha çok konuşur olduk. Tabi ortam aşırı derecede gürültülü, bundan ötürü de konum olarak birbirine en yakın kişilerin muhabbeti koyultmaları da durum icabı… Hem de bağıra bağıra…

Neyse, bu arkadaş başladı anlatmaya, bana sorular sordu. Bende elimden geldiği, dilimin döndüğünce cevaplamaya çalıştım. Öğrenci olan herkes gibi o da akademideki ortamdan şikâyetçiydi. Kimi serzenişleri yerinde, kimi abartılı olsa da konuştuk, tartıştık.

Bir ara bana herhangi bir proje üzerinde çalışıp çalışmadığımı sordu. Kimi sadece fikir aşamasında kimisiyse hayata geçmekte olan projelerim olduğunu söyledim. Ortak bir şeyler yapmaktan bahsetti. Bende bir fotoğrafçı olarak çekim süreci ortak projelerden haz etmediğimi söyledim. Bu onu pek tatmin etmemiş olacak, ilerleyen zaman zarfında da birkaç kez bunu tekrarladı.

İlerde “Savaş Fotoğrafçısı” olmak istediğini söyledi. Heyecanla bunun nedenlerini ve izlediği yolu anlattı. Dikkatle dinledim. (Ortamın elverdiği kadar) Alkolün dozajı az biraz kaçınca, beni iyiden iyiye esir etmeye başladı. Gerçi durumu hoşgörü ile karşıladım. Ne de olsa zamanında bende aynı haltı yemiştim. Halinden anlıyordum. En sonunda paralar suyunu iyice çekip, cebinde sadece yol parası kalınca kendi hesabını ödeyip, gitti. O kafaya rağmen de telefon numarası alış-verişi yapmayı da ihmal etmedi. Not: Şu ana kadar herhangi bir iletişim kurmuş değiliz. ;)

Ardından geri kalan tayfayla sohbet az biraz koyulaştı. Önce grubun içindeki bir arkadaş, varan-1 hesaaabı giden diğer arkadaş için “Haybecinin tekidir”, dedi. “Bölümden şikâyet ettiğine bakma. Hocalara garibanım ayağına yapışıp, sürekli nemalanır. Sana en çok şikâyet ettiği öğretim görevlilerinin baş yağdanlığıdır”, “Sevmediğini söyledikleri de bunun yemini yutmayıp, ne halt olduğuna uyananlar...” İçimden epey bir güldüm.

Söyledikleri doğru olabilir, bilemiyorum… Benim zamanında da bu profile uyan yığınla model, sırf benim sınıfta 5 tane vardı. Onların kalan mirasını sürdüren birileri illa ki oluyordur. Bu arada elden ele bir fotoğraf makinesi dolaşıyor. Bayağı bir DSLR… Hatıra fotoğraflar çekiliyor şakada şukada… Bende ayar olurum böyle şeylere, mermiyi boşa atan silahşor görülmüş mü kardeşim? Ayrıca ben fotoğrafımın çekilmesinden de pek hoşlaşmayan herifin tekiyim. Grubun içerisindeki yegâne hatunsa acayip biçimde matize bağlamış, bir de başlamaz mı esip-gürlemeye… Bana hiç vakit yitirmeksizin hesapta sordu. :) “Neden bunu bunu yazmıyorsunuz.”, diye… Kısacası tipik bir “Nerde bu millet Nerde devlet” olayı yaşadım.

“Neden, tekil ya da çoğul bir biçimde tüm bu şikâyetleri kaleme almıyorsunuz? Alternatif öneriler üretmiyorsunuz?”, diye sordum. Önce koca bir “Es” verdi. Ardından da “Olur”, dedi. “Eğer bir kaygınız varsa, rumuz kullanarak yazın, sonra bir sorunla karşılaşmayın”, diye de tembihledim. Bunları diyordum demesine de, bu kafayla ertesi gün konuşmamızdan tek bir kelime dahi hatırlamayacağını da biliyordum. Buna rağmen de yazdıkları yazıyı e-posta ile gönderdiklerinde, değerlendireceğimizi, uygunsa yayınlayacağımızı söyledim. Oraları duydu mu bilemiyorum. Erkek arkadaşı olduğunu sandığım kişinin yardımıyla masadan kalktılar. Hesabı ödemek üzere beraberce kasaya doğru seğirttik. Önceliği onlara tanıdık. Hani biz 1-2 tek attık. Bunlar yolunu almış, hedefe varmışlar. Bir an önce hesaplarını ödeyip, evlerine yollasınlar. Tanımaz olaydık. Bir hesap kitap yaptılar. Ardından da doğru bildikleri ödemeyi… Sıra geldi mi bize… Ahanda… Bizim hesap, “Bacak kadar” çıkmaz mı? Bacak ki ne bacak!.. Ayarın kralı olmuşum. İşletmenin olayda şuçu yok, yok olmasına ama adamlarda bu işin kurdu, bizim kadar kısa sürede masada oturan hiç kimse –rakı şişesindeki balıkta dâhil- o kadar birayı imkânı yok içemez bilirler. Ama mala yatarak parayı bizden tahsil etmek istediler.

Aynen sarıldım telefona, “Ne ayak?”, diye sordular. Dedim “Polisi arıyorum. Gelsinler çözsünler hadiseyi…” Baktım benim blöfü yiyen yok. Fakat yine de ısrarla aramayı sürdürdüm. Yanımdaki arkadaş, “Abi, boşver uzatma. Ben parayı ödeyeyim, ne de olsa bu durumu başına ben açtım.”, dedi. Önce itiraz edecek oldum. Ardından uzatmamaya karar verdim. Netice de beraberce, bize kakalanan hesabı ödeyerek mekândan ayrıldık. Ama bu da bize iyi bir ders oldu. Bir daha içkili ortamda fotoğraf konuşmak mı? Yoo… Ben almayalım.