RÖPORTAJ: CENK ‘MİRAT’ PEKCANATTI
©Şirin Ayça Sayılır
“Elimde bir tutayım. Bir kericik... Bir karecik fotoğraf çekeyim istiyorum. Olmuyor. Çıldıracağım...”
1975. İstanbul - 1998 yılında girdiği, Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’nden 2003 yılında mezun oldu. 2003 yılında kurulan Gölge Fotoğraf Grubu'nun kurucularından ve grubun yayın organı olan Gölge Fanzin'nin fikir babası. Gölge Fanzin'de ‘Istırap İçerisindeki Kurbağa’ rumuzuyla; eleştiri, makale, deneme yazıları yazıyor ve çeviriler yapıyor. 2004 yılında, “Caferiler–Aşura” adlı çalışmasıyla Geniş Açı ve İstanbul Fotoğraf Merkezi’nin ortaklaşa organize ettikleri, “Türk Fotoğrafında Genç Soluklar – II” projesinde yer aldı. Proje, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Bursa ve Çanakkale'de sergilendi. 104.8 frekansından yayın yapan Radyo İNFOkarma’da yayınlanan “Hepimiz Fotoğrafçıyız!” adlı programı hazırlayıp sundu. 16. ve 17. Bursa Fotoğraf Günleri’nin danışmanlığını yaptı. 2011 yılında Oropos/Yunanistan'da gerçekleşen; Avrupa Gençlik Müzesi Festivali'ne "Flying Lomography" atölyesiyle ülkemiz adına katkıda bulundu. Halen kişi ve gruplara temel fotoğraf eğitimi veriyor ve proje danışmanlığı yapıyor.
Gölge Fanzin: Malum ilk olarak röportajların bu kadrolu sorusunu sormak adettendir. Fotoğrafla tanışmanız ilk nasıl oldu?
Cenk Mirat Pekcanattı: Fotoğrafla tanışmam... (gülerek) Daha doğrusu tanışamamam, çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor. O zamanlar 6... Bilemedin 7 yaşında olsam gerek... Babamın Vest Pocket Kodak’ı yok. Ailemin doğum günümde fotoğrafa başlamama vesile olacak bir fotoğraf makinesi alacak parası da... Evde bir fotoğraf makinesi var olmasına var... Fakat alete, ‘Kaşıkçı Elması’ muamelesi yapılıyor... Makine hususi günlerde aniden ortaya merasimle çıkarılıyor. Elimde bir tutayım. Bir kericik... Bir karecik fotoğraf çekeyim istiyorum. Olmuyor. Çıldıracağım... İçimden, “Neyse işleri bitsin, ben karambole getirir makinayı illa uçururum”, diyorum. “Uçururum... Çektim... Kerecik... Karecik... Falan... Filan...”, derken makine bir şekilde sırra kadem basıyor. Elbette bende avucumu yalıyorum. Bundan ötürü fotoğrafla tanışamamam 6-7 yaşlarımda oldu diyebilirim. Ama o gün bu gündür hep aklımdaydı.
Yaşamımım karanlık bir döneminde de fotoğrafla büyük bir tesadüf vesilesiyle tanıştım. Bana çok faydası dokundu. Bu kişisel ve uzun bir hikaye... Uzatmayayım. Sonrasında 90'lı yılların ikinci yarısında şehir hatları vapurunda karşılaştığım eski bir arkadaşımın ilham vermesiyle fotoğraf eğitimi almaya karar verdim. 98'de fotoğraf bölümüne girmeye hak kazandım. Böylelikle fotoğrafla geç tanışmamın acısını akademide tahsilini almaya başlayarak misliyle çıkartmaya başladım. (gülerek)
- Misliyle çıkartmak mı? Kimden?
İlk iki sene, karanlıkodamı banyoya kurup, orayı zapt ettim. Evde yıkanma ve tuvalet ihtiyacı olan kişi benden onay almadan kesinlikle içeri adımını atamıyordu. Amansızdım. Validem ve rahmetli pedere 2 sene kök söktürdüm.
Ne zaman benden banyoyu kullanmayı talep etseler, “Aman!”, diyorum. “Şu an ışığı açamam, pozladığım kağıt yanar...” (gülerek) Bu tutumum fotoğraf makinesini benden kaçırmalarının bedeliydi. Onlara ‘Oh!’ olsundu...
- Peki, üniversiteye girince akademik ortamı nasıl buldunuz? Umduğunuz gibi miydi?
Bulamadım... Her ne kadar fazla bir şey ummuyor olsam da, akademiyi bu kadar bulamayacağımı tahmin bile etmemiştim. (gülerek)
- Tam olarak bundan kastınız nedir?
Temel sanat dersimize gelen hocamız (Balkan Naci İslimyeli) ilk dersinde, akademide geçireceğimiz süreç boyunca köşeli düşünme mantığından arınacağımızı, yaşamı daha çok sorgulamaya başlayacağımızı ve her fikre eşit şans tanıyacağımızı anlatırken, bölümdeki bir başka görevli, idolü Zekeriya Beyaz Hoca Efendi’nin fotoğrafını çalışma masasının baş köşesinde bulunduruyordu. Hoca Efendi şimdiki gibi Halk TV’ye çıkıp ta referandumda “Hayır!”, deyin safhasında değil daha o vakitlerde... Öğle saatlerinde yayınlanan kadın programlarına ambargo koymuş, peluş ayı tadında sevimli bir profil çizerek, halay çekmekle meşguldü. Zaten aksi olsa o araştırma görevlisi Beyaz Hoca’yı masasına da koyamazdı. Maçası yemezdi.
- Bu konuyu biraz daha açsanız...
Ben bu konuda daha fazla konuşup, yanlış anlaşılmak istemem. Sorunuza cevap verebilmek için bölümdeki mantalite uçurumuna bir vurgu yaptım. Sizi böylesine taban tabana zıt düşünce tarzlarındaki insanların nasıl birlikte çalışıp, öğrenciye nasıl faydalı olabileceğini düşünmeye sevk etmek istedim. Dileyenlerin blogumdan bu konu hakkında daha net bilgi edinebileceği kısa bir güncem var. Hem de o günün heyecanıyla, öğrenci halimle sıcağı sıcağına yazılmış. Onu okurlarsa konu daha da açık bir hal alır.
İlgilenenler için bahsi geçen bağlantı:
- Bu yorumunuzdan yola çıkarak fotoğraf bölümlerinin gereksiz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Misal mezunu olduğum bölümün o dönemdeki eğitmenleri... Bölümü geliştirmek, çağdaş gidişata ayak uydurmak, fotoğrafçılığın itibarını yüceltmek yerine, özellikle lise ve yüksek okullarda fotoğrafçılık bölümleri açılmasına vesile oldular. Bunun için müfredat hazırlayıp, danışmanlık verdiler. Fotoğrafçılığın iyiden iyiye zanaat olarak algılanmasına sebep olan bu gibi tutumlar, dolaylı olarak A.Ü Açık Öğretim Fakültesi dahilindeki ‘Fotoğraf ve Kameramanlık’ önlisans programının açılmasıyla sonlandı.
Böylece güzel sanatlar fakültelerindeki bölümler de kaçınılmaz olarak gereksizleştirildi. Açık öğretim varken, 4 yıl akademide çocuklar ne yapsın?
- Fotoğraf için açık öğretim güzel bir fikir değil mi?
Harika bir fikir. Cidden harika bir fikir... Ben fotoğraf öğrencilerini sınıflara hapsederek verilen eğitime karşıyım. Fakat bir dengesizlik oluşturduğu da aşikâr... Bu program sebebiyle insanlar yetenek sınavı stresi yaşamadan, 4 yıl devam zorunluluğu olmadan, uzaktan aldıkları eğitimle eşzamanlı piyasaya giriş yapıyorlar. Instagram hesaplarını clickfarm* ve likefarm*lardan satın aldıkları takipçi ve beğenilerle şişiriyorlar. Böylelikle fotoğraf camiasında hızla itibar görmeye başlıyorlar. Çünkü ne kadar iyi fotoğrafçı olduğunuz, artık Instagram’da ne kadar ‘takipçi’ ve ‘like’ sayınız olduğuna istinaden ölçümleniyor. Ciddi markalarda buna çanak tutuyorlar. Mesela çatıları altında kurdukları eğitim merkezlerinde bu gibi şahıslara fotoğraf eğitimi verdirtiyor, ülke fotoğrafını dizayn ediyorlar. Bunun çok ciddi sonuçları olacaktır.
Şimdi durum böyleyken, “Akademiye mi girersin, açık öğretimin kestirmesinden fotoğraf camiasına anında entegre mi olursun?” Elbette bu retorik bir soru... Sonuçta akademiye başvuru sayıları gittikçe azalıyor. Bölümler artık nitelikli jenerasyonlar da kolay kolay yakalayamıyor. Yakında kontenjanlar dolmaz ve bazıları işlevsizliklerinden dolayı kapatılırlarsa sürpriz olmaz. Nasıl? Harika, öyle değil mi?
Clickfarm* - Likefarm* - Para ile sosyal mecralar için beğeni ve takipçi satan sistemlere verilen addır.
- Anlaşılan o ki, bu programdan hiç hazzetmemişsiniz?
Tam olarak değil... Tamam Harvard’da uzaktan fotoğraf eğitimi ve sertifikası veriyor. Bunda sakınca yok! Fakat bu noktada vizyon çok önemli... Anadolu Üniversitesi’nin resmi internet sitesinde, programla ilgili tanıtım metninin sonunda, ‘İş Olanakları’ başlıklı bir kısım var. Aklını kaçırırsın. O kısım şöyle sona eriyor: “Mezunlar fotoğrafçılık alanında düzenlenen yarışmalara katılabilirler.” Bu nasıl bir vizyondur? İnanmayan girsin, siteye baksın. Bir başka satırda da hatırladığım kadarıyla şöyle yazıyor. “İllerindeki fotoğraf derneklerine üye olabilirler.” Şaka gibi! Üniversiteden bazı insanları tanıyorum. Buna nasıl müsaade etmişler, inanın aklım almıyor.
Öncelikle aklıselim hocalardan bunun düzeltilmesini önemle rica ediyorum. Sorumluluk hisseden fotoğraf severler de lütfen seferber olup, ilgili kişi ya da makama iki satır yazı yazsın, bu ifadeleri ya düzelttirsin ya da kaldırtsınlar. Gerçi nasıl düzeltilebilir bilmiyorum?
Esasında federasyonun bir ağırlğı vardır. TFSF* de bu konuya dikkat çekebilir. Çekmelidir de... Sadece yarışmalara odaklanmamalılar... Fotoğrafçılığın itibarını da korumalılar.
TFSF* - Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu
Ülkenin dört bir yanında faaliyet gösteren onlarca fotoğraf derneği de, tepkilerini dile getirebilir. Ben bir ara bir girişimde bulundum. Ama kimse münferit girişimimi tınlanmadı.
İlgilenenler için bahsi geçen bağlantı:
- Milenyum ile Türkiye’de fotoğraf adeta bir patlama yaptı. Siz bunu hangi faktörlere bağlıyorsunuz?
Dijital teknolojiye... Bu teknoloji sayesinde işlem süreci inanılmaz derecede pratikleşti ve kısaldı. Analog fotoğrafın zahmetli bir zanaat kısmı vardı. Herkesin harcı değildi. Dijital teknolojinin fotoğrafçılara sağladığı güncel imkanlar sayesinde şimdi fotoğrafınızı çekip, seçtikten sonra direkt sanal ortamdan paylaşabiliyorsunuz. Hemde tüm dünyayla...
Bu yüzden herkes fotoğrafa heves etti. Sayısı her geçen gün katlanarak artan sayıda fotoğraf çekilir oldu. Fotoğraf eğitimi veren üniversite bölümlerinin ve ticari kurumların sayıları arttı. Daha çok sergi açılmaya, albüm basılmaya başlandı. Fotoğraf dergileri ve internet siteleri birer pıtrak gibi çoğaldı. Hele fotoğraf yarışmaları azıttı. Koptu gitti...
- Tüm bunlar sizce fotoğrafın gelişmesini sağladı mı?
Erik Kessels’in ‘Tepeleme Fotoğrafçılık’ adında bir yerleştirmesi vardı. Belki de bilirsiniz. Hiç yoksa 7-8 yılllık bir mazisi vardır. Bu o dönemde çekilen fotoğraf sayısı üzerinden fotoğraf tüketimini konu edinen bir işti. ‘Tüketim’ kelimesini burada bilinçli seçiyorum... Adam 24 saatlik bir zaman dilimi içinde Flickr, Facebook ve Google'a yüklenen 1 milyon fotoğraftan oluşan bir enstalasyon hazırladı. Kessels, bu sergiyle her gün internet kullanıcılarının karşılaştığı fotoğraf bombardımanını yansıtmak istediğini belirtmişti. İlgilenenler Google edip, o koca yığını bir görsünler... Hemde Instagram’ın o zaman bu denli çılgınca kullanılmadığını hatırlayarak bir değerlendirsinler.
Geleceğim nokta şu: Bu iş artık çığırından çıktı. Tamamen bir çılgınlığa döndü. Bir yanda amatör-profesyonel çizgisi kayboldu, diğer yanda kaliteli–kalitesiz, iyi-kötü ayrımı bulanıklaştı. Fotoğraf miktarı tarihte hiç olmadığı hızda arttığından fotoğrafın geçerli mesaj verme etkisi de giderek azaldı. İnternet ve yeni üretim araçlarının kolaylıkla erişilebilir olmasıyla da tüketici, kendini üreticiymiş gibi hissetmeye başladı. Bu da bizim fotoğrafın fetret dönemini başlattı. Sonuç bir gelişme değil, koca bir kaos’tur.
- Bu karışıklığın ulusal ölçekte düzeltilmesi için önerileriniz var mı?
Evelallah! Öncelikle amatör ve profesyonel ayrımını netleştirmek lazım. Profesyonel fotoğrafçıların haklarını koruyan, tanıtan ve eğiten ciddi bir sendika oluşturmadan mevcut duruma bir çözüm üretemezsiniz.
Tanıtım fotoğrafçılarını birbirine yakınlaştırmak, ilişkilerini pekiştirmek ve sektör için gerekli rekabet ortamının geliştirilmesi amacı ile kurulan PTFD* yanılmıyorsam yalan oldu. Fark edeceğiniz üzere biz başta var olanı koruyamıyoruz. Bu gibi kurumları kurmalı ve ısrarla korumalıyız.
PTFD* - Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçıları Derneği
Ne kadar etkin olduğundan emin değilim, ama ‘İstanbul Profesyonel Fotoğraf Sanatkarları Esnaf Odası’ adı altında bir kurum var. En azından fotoğraf stüdyolarında standart işler... ne bileyim? Bir biometrik fotoğraf çekimi için üç aşağı-beş yukarı ücret her dükkanda aynı... Bu da bir şeydir. Öyle değil mi?
Fakat konu profesyonel reklam ve tanıtım fotoğrafı olunca işin rengi değişiyor. Bir ürünün basit bir görseli için bir amatör fotoğrafçı 1 lira isterken, diğeri profesyonel fotoğrafçı 10 lira isteyebiliyor. Bu sadece fotoğrafçılar için değil, müşteri için de kafa karıştırıcı bir durum. Böyle uçurumlar söz konusu olunca, müşterinin fotoğrafçılara karşı güveni de sarsılıyor. Mevzu, “Yahu hepi topu bir düğmeye basıyorsun, bu kadar para istenir mi?” noktasına geliyor.
Dijital teknoloji sayesinde insanlar gelişmiş DSLRlar ve internetten edindikleri bir takım teknik bilgileri kullanıp çekimler yapıyor. Photoshop’ta da fotoğraflarını coşturuyorlar. Bir iki plug-in derken, sonuçlar KOBİleri çok mutlu ediyor. Bu olağandır. Adam ürününü yüzüne bakılır bir standartta müşterisine sunmak istiyor. Fakat bütçesi de kısıtlı... Sen kaç yıl okul okumuşsun?, Malzemene ne kadar masraf etmişsin? Stüdyonun kirası ne kadar? Bunlarla ilgilenmiyor. Doğaldır...
Sorunu çözmek istiyorsak, ortada güvenilir bir sendika olmalı. Bu kurum portfolyolarına göre fotoğrafçıların seviyelerini sınıflandırmalı, kaşe bedeli aralıkları belirlemeli, haksız rekabeti engellemeli, genel işleyişi bir standarta bağlamalı, çeşitli seminer ve paneller düzenlemeli, fotoğrafçıları bilinçlendirmeli, gelişimlerine katkıda bulunmalı v.s. Bunları yaparken muhakkak ki liyakati dikkate almalı... Muhakkak adilane olmalı... Şunu belirteyim. Buralarda da birileri sadece kendi adamlarını barındırır ve kayırırsa sonuç, benzetmek gibi olmasın ama federasyona benzer... Teşbihimi son yönetimini tenzih ederek yapıyorum. Çünkü yeni yönetimi tanımıyorum.
- Peki fotoğraf bölümlerindeki kaosa nasıl son verebiliriz?
Anadolu Üniversitesi’ndeki açık öğretim programından kolay kolay vazgeçemezler. Geçmesinler de... Ama vizyonlarını yeniden gözden geçirsinler. Bu programa anlamlı bir misyon atasınlar. Bu misyonu da deklare etsinler. Güzel sanatlardaki bölümlerin verdiği mezunların niteliklerini öngörerek, programlarından mezun olacakların aldığı diplomanın bir tür ara eleman sıfatı kazandırdığını belirtebilirler. Bu sadece anlık aklıma gelen bir öneri... Onlar bunun daha iyisini bilirler.
Güzel sanatlar bölümlerinde de liyakata dayalı, modern ve tutkulu kadrolar oluşturulmadığı sürece onlardan da bir cacık olmaz. Karmaşa sürer gider. Yoksa bölümler çağdaş bir müfredat oluşturmak için gerekeni, metodik olarak eğitimde nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini, bu memlekette hangi dersi hangi eğitmenin layığıyla vereceğini bilir. Bunlar atla deve değil...
Bölümler olumlu yönde ivme yakalamak istiyorsa, işin anahtarı kaliteli ve takımdaş kadrolardan geçiyor. ‘Ahmet Hoca ve Müridleri Modeli’ artık iflas etti. Salla başı al maaşı memuriyeti sürdürenler, ofislerinin kuytularında ‘Candy Crush’ oynayanlar bölümlerde barındırılmamalı... Gözlemlerim beni şayet yanıltmıyorsa, sanki yeni jenerasyonla birlikte İstanbul’da Mimar Sinan bu doğrultuda ilerliyor gibi... Ne güzel!
Hakkını bu noktada teslim edelim. Mimar Sinan Üniversitesi son yıllarda güzel bir etkinliğe de ev sahipliği yapıyor. Üniversitenin bünyesinde kurulan FUAM*’ın organize ettiği, İstanbul Fotobook Festivali hoş bir girişim... Hem çağdaş hemde faydalı buluyorum. Bu gibi etkinliklerin üniversite çatıları altında artması gerektiğini düşünüyorum. İnşallah bu senekine gidip, ortamın keyfini çıkaracağım.
*FUAM - Fotoğraf Uygulama ve Araştırma Merkezi
Diğer kalburüstü üniversiteler bu gibi atılımlarda çok geride kaldılar. Naçizane hemen aklımdaki bir modeli paylaşarak onları teşviğe çalışayım. Mevcut tüm fotoğraf bölümlerinin her sene bir tanesinde, diğer bölümlerin bir araya geleceği; işlerin sergilenip, üzerlerinde konuluşulacağı, atölyelerin düzenleneceği, öğrenci ve eğitimcilerin birbirleriyle iletişimde, fikir alışverişlerinde bulunacakları ulusal bir buluşma hem çok hoş hem de faydalı olur. Yazları ilgili kampüste muazzam faydalı, festival tadında bir etkinlik gerçekleştirilebilir. Öyle fazla para pul harcamaya da gerek yok!
Bu başlangıçta, en azından il bazında da denenebilir. Yürürse sonra ulusallaştırılır. 3 gün süren bir etkinlik şimdilik kafi olacaktır. Belki Uluslar arası hale de getirilebilir. Bu anlık bir önerme... Düşünsenize öğretim görevlileri kafa kafaya verse, ortaya neler çıkar neler? Yeterki niyetleri olsun...
- Gelelim Gölge Fanzin’e... Gölge’nin çıkışı nasıl oldu?
Gölge'nin temelini aynı bölümden 4 öğrenci attı. Aslında çıkışımızla ilgili Orta Format’ta “Gölgelerin Gücü Adına mı? Hadi Canım Sen de...” başlıklı makara bir yazı kaleme almıştım. İlgilenenler o yazımı okuyabilirler. Hem bu vesileyle Orta Format’a da pas atmış oluruz. Tanımayanlar için tanışma fırsatı, bilenler içinde yeni güncellemelerini okuma imkanı sağlar.
İlgilenenler için bahsi geçen bağlantı:
- Peki ana gerekçeniz neydi?
Ana gerekçe; akademide körler ile sağırların birbirini ağırlamasıydı. Aldığımız bilgilere göre durum sadece bizim bölüme mahsus da değildi. Ya akademik fotoğraf şebekesine dahil olacak ve yetenekle alakasız bir hiyerarşi içerisinde birilerine yağdanlık edecektin. Ya da yalan olacaktın.
- Konuyu biraz açsak mı?
Adamlar akademide nasıl bir ışık görüyorsa; fotoğrafçılığı kutsal görevi olarak addedip, onlarca işçisinin tazminatını vererek, deri fabrikasını kapatıp buraya eğitimci olmaya geliyordu. Esas üssü Mimar Sinan olduğu için bizim bölüme ayakları sürte sürte gelen bir hocamız, öğrencilerin gözünde ışık görmediğini söyleyerek, kafasına göre bölüme teşrif buyuruyordu. Buna usulüne uygun tepki verdik. Yakın olduğunu bildiğimiz bir diğer eğitmene gidip, sıkıntımızı usülünce dile getirdik. Ertesi hafta hocamız teşrif etti. Epey kızmış... İlk işi de bu süreçte arkadaşlarına sözcülük eden benle atışmak oldu. Meğerse birisi ya da birileri, benim herkese kazan kaldırttığımı söyleyerek jurnallemiş. Yağdanlık etmeyip, bölümde düzenli ders verilsin diye milleti kışkırtırsam tabi böyle olur. (gülerek)
- Peki, ya sonra ne oldu?
Bende bir daha dersine girmedim. Devam ediyorum...
- Elbette...
Fotoğraf yarışmalarında bölümümüzün başarılarından sıkça söz edilir olmuştu. Fakat ödülleri öğrenciler yerine sair kimseler kazanıyordu. Sakın yanlış anlaşılmayayım, bu bir karalama değil... İsteyen TFSF’den özellikle 1998-2004 yılları arasında düzenlenen yarışma sonuçlarını talep etsin. Jüri üyeleri ile derece alan kişilerin aralarındaki girift ilişkileri bir incelesin. Bakalım ne sonuca varacaklar? Baştan uyarayım. Doğrunun her zaman kendini ifşa etmek gibi kötü bir huyu vardır.
Birilerinin bu noktada olaya müdahale etmesi gerekliydi. O zaman bu bilgilere ulaşmak o kadar kolay değildi. Fakat bir şekilde ben bu bilgileri edindim. Bölümde ikili oynadığından emin olduğum kimseler vasıtasıyla da muhattaplarına haberi uçurdum.
- Bunun üzerine ne oldu?
Yahu adam bademden top sakala dönmüş, iflah olur mu? Bu sefer başkalarının adıyla yarışmalara katılır oldular. Adam arpanın peşinde... Öyle pat!, diye vazgeçer mi?
Bizzat şahit olmasam şu anda dillendirmem. Şahıs, öğrencisine “Dilersen ben sana fotoğraf vereyim. Sen kendi adına katıl”, diyor. Yok deve!!! Öğrenci de şaka yollu soruyor. “Hocam ya kazanırsam?” Hocası cevap veriyor. “Hele kazan orası kolay...” demek meseleyi aralarında esnaf işi çözecekler.
- Herhalde bundan ötesi de yoktu?
Olmaz olur mu? Firmalar bölüme yeni emülsiyonlarını test etmek için bedava film veriyormuş. Köylü uyanığı bir araştırma görevlisi bu filmleri bölüm adına uygun fiyatla öğrencilere satıyordu. Neymiş?: Bölüme katkı... Biz bu durumu ancak diğer üniversitelerde eğitim alan ve filmleri ücretsiz kullanan arkadaşlar aracılığıyla öğrenip, duruma ayıyorduk. Olaya bak! Olaya...
Ayrıca eleştiri mekanizması olmayan bir camiada fotoğraf üretilmesi “Biz kırk kişiyiz, Birbirimizi biliriz”, diye düşünenlerin işine geliyordu. Biz bu döngüyü kırmak, sergi ve albüm eleştirisi hususunda ilk tohumları atmak istiyorduk. Türk Fotoğraf Ekolü’nü oluşturmakta bir önemli hedefti. Savruk, dağınık bir camiamız vardı. Mikro yapılanmalar devamlılıklarını sürdürebilirdi. Fakat daha makro bir ölçek altında toplanmalıydık. Organize olmalı, iş üreterek, aramızda değerlendirerek uluslararası alanlarda sergilemeliydik. Türk fotoğrafını geniş kitlelere ulaştırmalı, tanıtmalıydık.
- Hazır bahsi açılmışken; izninizle bir parantez açmak istiyorum. Camiamızda ”Türk Fotoğrafı” tabirinden rahatsız olan bazı kişiler var? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bilmem mi? “Bu nasıl bir düşüncenin ürünüdür?” diye kafa yorduğumda burnuma hep kötü kokular geliyor. T.C Anayasasının 66. maddesi çok net bir biçimde, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”, diyor. Bu etnik bir tanım değil.. Fakat devlete, vatana, millete bir sadakat... Bir vefa beklentisi var...
Şimdi ben, Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan bir ülkede yaşayacağım. Türk fotoğraf camiasının organik bir mensubu olacağım. Ne bileyim?.. Mesela T.C. Dernekler Yönetmeliği’ne tabi bir derneğe üye olacağım. Efendime söyleyeyim... Belki kuratör ya da organizatör kimliğimle T.C. yerel yönetimlerince desteklenen bir fotoğraf etkinliği düzenleyeceğim. Belki de profesyonel fotoğrafçı olarak bu ülkenin insanından kazandığım Türk Lirasıyla evime ekmek götüreceğim. Fakat ‘Türk Fotoğrafı’ ifadesini kullanmayı kınayacağım. Karşı çıkacağım. Arkadaş! Öncelikle bu tavrın fotoğrafla hiçbir bir alakası yok. Tamamen nankör, kalleş ve ayrılıkçı bir görüşün ürünü...
Maalesef bu tip söylevlerin birlikte ve barış içinde yaşama umudumuzu tehdit ettiğini düşünüyorum. Dahası bu görüşü dillendirenlerin... Lütfen bunu büyük harflarle yazın... ‘TÜRK FOTOĞRAF CAMİASINA’ hakaret ettilklerini düşünüyorum. Kesinlikle... ama kesinlikle bir özür borçlular...
Üstelik bunu kasten yapıyorlar. Çünkü politik ajitasyon ve provakasyon arayışındalar... Tekrar söylüyorum. Fotoğrafla hiçbir alakası olmayan bir konudan bahsediyoruz. Bu siyasi bir provakasyondur. Ya Fetullahi ya da ayrılıkçı kaynaklardan besleniyordur. Bu hastalıklı görüşü dillendirenler yok sayılmalı, itibar edilmemeliler... Artık parantezi kapatabiliriz sanırım?
- Buyrun kapatalım... Kaldığımız yere dönersek, peki Gölge Fanzin çıkınca olaylar nasıl seyretti?
İlk sayı itibariyle çok ilgi çekti. Kısa sürede adeta bir fenomene dönüştü. İtiraf etmeliyim, ben bu kadarını beklemiyordum.
Fakat Gölge'yi oluşturan ekipte, farklı kişisel beklenti ve hedeflerin su yüzüne çıkması da fazla gecikmedi. Artan ilgiyle birlikte aramızda ar damarı patlayanlar oldu.
- Ar damarı patlayanlar mı?
Mesela aramızdan yarattığımız kolektiv gücün nemasını kişisel olarak kullanmak isteyen... kullanan bir lop incir açığa çıktı.
- Bu durum karşısında, sizin tavrınız ne oldu?
Adam adeta rakkas gibiydi. Aldığı tepkiye göre her yazısında rumuzu değişiyordu. Yeri geliyor etnik, yeri geliyor mezhebi kimliğini sömürü konusu ediyordu. Hep mağdurdu. Gölge Fanzin’in yarattığı sinerjiyi mağdur edebiyatına bulayıp, anında kişisel çıkara dönüştürmeye çalışıyordu. Başarıyordu da...
Ben gerekçelerimi sıralayarak, bu kişinin hemen ihraç edilmesini talep ettim. Arkadaşlar “Uyaralım, kendine çeki düzen versin”, dediler. Bende talebimi bir süreliğine askıya aldım. Biraz zaman aldı. Fakat diğer üyeler de, en kibar ifadeyle bir oportünist olduğuna kanaat getirince aramızdan ihraç edildi.
- Sonrasında bu şahısla yollarınız hiç kesişti mi?
Yıllar önce aynı panelde bir araya gelmemizin icap ettiği, bir EFSAD etkinliği oldu. Fakat kendileri gerekçe göstermeksizin teşrif etmedi. Günahını almayayım. Belki işi çıkmıştır. Ya da sonra kuruma gerekçesini iletmiştir.
- Bugün yolda görseniz ne olur?
Herhalde hoş... Eğlenceli bir anı olur. (gülerek)
- Peki dışarıdan gelen tepkiler nasıldı?
Terör örgütü muamelesi görüyorduk. (gülerek)
- Anlayamadım?!!!
Vallahi bende anlayamamıştım. Kayıt dışı konuşmalarda; "Sizi meşrulaştıramayız..." ifadesi sıklıkla ve söz birliği edilmişçesine kullanılıyordu. Röportaj yapmak istediğimiz kimseler yan çiziyorlardı. Destekler, ıssız köşelerde sessiz ve derinden dile getiriliyordu. Onların da bir çoğu gayri samimiydi. Rahatlıkla anlayabiliyordunuz. Arada hiç uzun etmeden icraatla bize destek verenlerde oldu tabi...
- Mesela kim ya da kimler?
Alberto Modiano... Kişisel olarak tanımam. Bir kere görüşmüşüzdür. Fakat o zamanlarda Seyit Ali Ak ile ortak yayımladıkları ‘Türkiye Fotoğraf Yayınları Kataloğu’na, Gölge’yi şak!, diye koymuşlardı. Geniş Açı’daki Büdütör’de ilk bahsedenlerdendi. Murat Yaykın’da Açık Radyo’da yaptığı ‘Camera Obscura’ adlı programına davet ederek, tanınmamıza vesile olmuştu. Şu anda aklıma gelip, anamadıklarım varsa lütfen beni bağışlasınlar.
- Fanzindeki eleştirilerden dolayı tepkisini aldığınız kimse oldu mu?
Çook... Eleştiri yazıları fotoğraf camiamızda yeni bir gelişmeydi. Herkes durumu yadırgamıştı. Her eleştiri yazısı sonrasında birilerinden birkaç ültimatom muhakkak alıyorduk. Nam salmış fotoğrafçılar tahtlarının sallandığını düşünerek paniklemişti.
Mesela, bir arkadaşın yazdığı sergi eleştirisi sonrasında, eleştirdiği fotoğrafçı, -ki aynı zamanda hocası olur- Fotoğraf Dergisi’ne verdiği röportajda, onun yazılarında kullandığı rumuz üzerinden yakışıksız cinsel göndermelerde bulundu. Çok şaşırmıştık. Hemen akabinde, taraflar o zamanlar çok popüler olan Beyoğlu-Fotoğrafevi'nde karşılaştı. Dün gibi hatırlıyorum. O şahıs şunları söyledi; “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Benim kariyerimi mi mahvedeceksiniz? Bakın külahları değişiriz. Bu sergi salonunda bırakın sergi açmayı, kapısından içeri giremezsiniz.” (gülerek)
Fakat ateşli konuşmaların ardından, bu şahıs bize birer tavşan kanı çay ısmarladı. Bir albümünü de Gölge'ye ithafen imzalayarak, hediye etti. Anlayacağınız, tipik “Lafa gelince Sedat Peker, icraata gelince pamuk şeker” durumları yaşadık.
- Nerede şimdi bu albüm?
Bu hadisenin ana kahramanı olan eski Gölge Fanzin üyesinde... Hakkıdır... Umarım bu hadiseyi gülümseyerek zaman zaman anıyordur.
En önemlisi; bir insanın nasıl fotoğraf çekmemesi gerektiğine dair bir başyapıt olan o albümü açıp, defa defa içindeki fotoğraflara bakıyordur.
- Peki diğer kişiyle... Hoca dediğiniz kişiyle son zamanlarda yolunuz hiç kesişti mi?
Evet. Bir ara birinin sergi açılışında denk geldik.
- Hangi sergiydi? Bu kişiyle herhangi bir diyalog yaşandı mı?
Kamil Fırat'ın ‘Atlar ve Kentler’ sergisiydi. Evet, bana "Nasılsın kardeşim?", diyerek sordu. Bende bu hitap şekli sebebiyle önce dumur oldum, “Ulan, bende mi cemaatteyim?, diye sordum kendi kendime... Sonra "İyiyim. Siz nasılsınız?", diye karşılık verdim. (gülerek) İyi demiş miyim?
- İlginçmiş. Peki Fırat’ın sergisini nasıl buldunuz?
Ticari buldum. Adeta koca odaları olan, haşmetli bir sarayın bembeyaz duvarlarını bezeyeceği öngörülerek çekilmişlerdi. Eser değil, estetik metaydı fotoğrafların her biri... Kamil Fırat’ın sıkça kullandığı META-forlara alışkınız, ama bu META olayı bir başka...
Baskılarda vasat-vasat altı bir standarttaydı ki, bu Kamil Fırat sergisi için olağan dışı bir durum. İyi baskı Fırat’ın alametifarikasıdır. Daha önce ki sergi açılışları düşünülecek olursa; katılımın oldukça az olduğunu da söyleyebilirim. Alkol servisi yoktu belki de ondandır. (gülerek)
Müsaadenizle bir iki cümlede galeri için etmek isterim.
- Elbette, buyrun...
Milli Reasürans çok önemli bir galeri ama artık yaşlanmış. Fiziki koşullarının elden geçirilmesi gerekiyor. Çağdaş galeri adaptasyonu için bir renöve şart... İnternet ortamında serginin sanal olarak gezilebilmesi için hazırladıkları uygulama ise bir o kadar hoş olmuş. Düzenli olarak her sergi için yapılması taraftarıyım. Tabi bu tespitlerim sergi vesilesiyle ziyarette bulunduğum tarihteki duruma dair... Sonra ne yaptılar bilemem.
İlgilenenler için bahsi geçen sanal tur bağlantısı:
- Sergi ve galeriye dair yaptığınız bu eleştirilerin üzerine, biraz “Fotoğraf ve Eleştiri” hakkında konuşabilir miyiz?
Hay... Hay...
- Sizce Türkiye'de fotoğraf eleştirisi geleneği oluştu mu?
Hayır, oluşmadı. Oluşturulmadı.
- Bunun başlıca sebepleri nelerdir?
Ne ironik öyle değil mi? Gün geçtikçe daha çok sergi açılıyor. Daha çok fotoğraf albümü basılıyor. Daha çok fotoğraf etkinliği organize ediliyor. Fakat camiamızda eleştirmen, dolayısıyla da eleştiri yazıları yok. İşin tuhafı kimsede bundan şikayetçi değil... Hatta belki de bu duruma duacı... Bunda en önemli etken eleştirmenliğin para etmemesi... Öyle 3-5 kare fotoğraf çekip, top sakal bırakıp, papyon, fular ya da şapka destekli bir dış görüntü oluşturup, pipo-puro tüttürerek kısa yoldan şöhret olamıyorsun.
- Birilerini hicvettiğinizi hissediyorum.
Doğru hissediyorsunuz. Mesela memlekette yaklaşık 20 yıldır popüler olan bir ‘Bay Papyon’ var; bir avuç bilye, ardından da asistanına çektirttiği -ben o asistanın yalancısıyım- bir satranç serisi ve turistik yurt dışı gezisinde çektiği fotoğraflardan oluşturduğu bir seçkiyle Türk Fotoğrafı’na damgasını vurdu.
Adam, MFÖ’nin ‘Peki Peki Anladık’ şarkısındaki abi gibi... Bir ara “UFO görüldü”, iddiasıyla ortaya videolar çıktı, TV’de görüntü uzmanı sıfatıyla bunları analiz etti. Kesmedi şair oldu. Popülizm böyle bir illet... Koptu mu gidiyorsun. Çünkü maksat akarken doldurmak...
Ama adama da helal olsun. Millete kendini fotoğrafçı, diye lokum gibi yutturdu mu? Yutturdu... (gülerek)
Her neyse... Biz dönelim esas konuya... Neden bahsediyorduk?
- Eleştiri geleneğinin oluşamamasının gerekçelerinden...
Evet, eleştirmen olmak için öngörü ve donanım lazım. Bu da önce kabiliyet ardından da emek ve mesai ister. O da uzun iş...
Bir fotoğrafçıyı... Onun sergisini ya da albümünü bana anlatman için; onu çalışmış, dünyasını ve referanslarını epey bir tanımış olman gerekir. Merak, sabır ve tevazu sahibi olmadan bu işi iyi yapmak mümkün değil. Camiamızda bu donanımda ve karakterde adam bulmak zor.
Fotoğrafta eleştiri geleneğinin oluşamamasının en önemli etkenlerinden bir diğeri de buna kimsenin maçasının yememesi... Camiamız bir kar küresine sığacak kadar küçük... Şimdi hem o kürede varlığını sürdüreceksin, hemde avuçlarının içine alıp küçük, yaramaz bir çocuk gibi sallayıp ortalığı birbirine katacaksın! Yok öyle yağma...
Yazdığın eleştiri hakkaniyetli de olsa adamı tükürükte boğmaya kalkarlar.
Ayrıca objektif eleştiri yazmak için ‘inanılır olmak’ lazım... Ki bence bu niteliğe sahip adam da yok! Ama büyük şair Serdar Ortaç’ın dediği gibi “Binlerce dansöz var!”
- “İnanılır” olmak mı? Ne anlamda?
Evet. İnanılır olmak... Yararını göreceğini umduğun insanlara eleştirinde boncuk dağıtır, iyi sanat yapanları çıkarına hizmet etmiyorlar diye yerersen, bir süre sonra kimse sana inanmaz.
Zaten o zaman eleştirmeye değil promosyon yapmaya başlıyorsun. İşine gelmeyen bir durumla karşı karşıya kalma riskinden ötürü sorumluluğu sanatçıyla paylaşıyorsun. Bundan kastım şu; “Abi sen hangi noktaların öne çıkmasını istiyorsun? Bana bir çıtlat, ben ne şişi ne de kebabı yakmadan, orta yollu bir eleştiri yapayım”, diyerek eleştiri yazılmaz. Yazdığını yayınlamadan önce, gidip ilgilisinden icazet alarak bu işler ya-pıl-mazzz.
Ama çok traji-komiktir... Bu ülkede yetkin olan-olmayan birçok kişi, ‘Fotoğraf Eleştirisi Nasıl Olmalı?’, başlığıyla onlarca yazı yazdı. Hiçbiri... Ama hiçbiri eleştiri yazısı kaleme almaya cesaret edemedi.
- Peki bunun sonu nereye varacak?
(gülerek) Benim tekrar eleştiri yazmaya başlamama... Son yıllarda bu soruyla çok sık muhatap oldum. Hoş... bu soruyu bende kendime defalarca sordum. Sonra kendime ciddi bir öz eleştiride bulundum. Her şeyden önce benim yaptığım; Fotoğrafa karşı vefasızlıktı. Su koyvermiştim. Oysa ki, O zor günümde benim yanımdaydı. Benimkisi işini yarı da bırakmaktı. Bunu O’na yapamazdım.
Geçenlerde internette arama yaparken kurucularımızdan olan bir arkadaşın, talihsiz bir ifadesine rastladım. Bu da beni eleştiri yazmaya fazlasıyla motive etti. Adam, “Benim de birkaç sayı dahili olduğum süreçte Gölge Fanzin eleştiri yazısı konusunda biraz çabaladı”, diyor. Yahu yüzüne gözüne dursun. Ayıptır! Çabalamak ne kelime... Öncüsüdür. Gölge Fanzin, bu ülkede eleştiri yazmaya gerçek anlamda cesaret eden ilk yazılı yayındır. Lafı daha fazla uzatmayayım. İlk fırsatta eleştiri yazılarıma başlayacağım. Yoksa koyunun olmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi kesiliyor. Sonuçta işin sonu buna varacak... Sonrasını hep birlikte göreceğiz.
- Özellikle seçeceğiniz, galeri ya da albümler olacak mı?
Türk Fotoğrafını günümüzde tasarlayan birkaç odak var. Bunların başında ‘Leica Galeri İstanbul’ geliyor. Burada yapılacak sergilere öncelik vereceğim.
Çünkü fotoğrafla ilgili algı ve eğilim kontrolü, fotoğrafa ticari olarak büyük kapitaller yatıran sermayeler tarafından yönetiliyor. Bu harika bir durum da olabilir, bir facia da...
Misal yakın geçmişte, şöyle bir olay cereyan etti. Malumunuz bu aralar ‘Oscar Barnack Yarışması’nın başvuruları yapılıyor. Leica Galeri İstanbul’un Instagram hesabında “Portfolyolarınızı getirin, yarışma öncesinde değerlendirelim”, diyen bir çağrı gördüm. Merak ettim. Bunun üzerine; “Değerlendirmeyi kim yapacak?”, diye sordum. Cevap geldi. “Leica Ekibi...” Pardon! Çok afedersiniz ama “Leica Ekibi” kimdir? Kötü niyetle sormuyorum bu soruyu? Ama kimdir bu ekip bilmek hakkım... Hakkımız... Bu cevap çok kaçamak... Üstelik kendileri de durumun farkında. Bu galeri hangi kriterlere bağlı olarak sergi açıyor? Faaliyet gösteriyor? Bir bilelim öyle değil mi? O zaman mercek altına alacaksın.
Bunun yanı sıra takip edeceğim 1-2 butik galeri olacak. Albümler konusunda da önceliği güncel olanlara vermek en doğrusu olacaktır.
- Fakat orada da asla sergi açamazsınız. Hatta belki de sizi kapısından içeri sokmazlar. (karşılıklı gülüşmeler...)
Ne demek istediğinizi anladım. Göndermeniz de pek bir yerinde oldu. (gülerek) Sorun değil... Ne yapıyorsam fotoğraf için... Bunu anlayabilen ne kişiler ne de kurumlarla aramda sorun olmaz.
Hoş... Peşin hükümlü de olmamak lazım. Belki de farklı bir tepki verecekleri tutar. Güzel gelişmeler de olabilir. Pesimist olmamak lazım...
- Mesela?
Uluslararası platformda saygınlık kazanmış fotoğraf eleştirmenlerine ev sahipliği yapabilirler. Eleştirmenler, fotoğraf eleştirisi hakkında seminerler verip, atölyeler düzenleyebilirler. Bunun bir meslek olduğunun anlaşılması elbette sağlanabilir. Böylece ‘Fotoğraf ve Eleştiri’ konusuna dikkat çekilebilir. Ayrıca bu girişim Leica Galeri İstanbul’a da pekte güzel yakışır. Şok güzel olur. Benden söylemesi...
- İyiymiş. İnşallah temennileriniz gerçek olur.
İnşallah!
- Gölge hakkında herhangi bir hayal kırıklığınız var mı?
Bir ara periyodik olarak yayımlanamamamızı kendime dert edinmiştim. Fakat farkettim ki; bu iş oldu mu oluyor. Ham meyve nasıl tatsız tutsuz ise, Gölge’de olgunlaşmadan bir halta benzemiyor.
Ayrıca dilerdim ki, fotoğrafa kafa yoran ve eli kalem tutan insanlar yazsın, çizsin Gölge’de bolca, tasasızca, tarafsızca ve sansürsüzce paylaşalım. Olmadı... Olmuyor!
- Peki neden?
İnsanlar fotoğraf çekmeyi çok havalı buluyorlar. Bu vesileyle gezmeyi ve sosyalleşmeyi seviyorlar.
Konu fotoğraf üzerine düşünmeye ve kalem oynatmaya gelince maalesef durum tırt...
- Gölge ile ilgili içinizde kalanlar sadece bunlar mı?
Hemen hemen... Bunun gibi ufak tefek birkaç husus haricinde ben Gölge’nin geldiği noktadan kişisel olarak mutluyum. Gölge’nin bir öncü olmasından dolayı da gurur duyuyorum. Her zamanda duyacağım.
- ‘Öncü’den kastınız nedir?
Gölge; ‘Fabrika’, ‘Gözaltı’ şu anda çıkıp-çıkmadığından pek emin olmadığım ‘Turkish Delight’ gibi yayınlara ya da güncel terimle fotozinlere öncülük etmiştir. Bunlar sadece benim bildiklerim... Belki dahası da vardır. Burada anamadıysam, beni bağışlasınlar.
Mesela bu seneki İstanbul Photobook Festivali kapsamında 4 günlük bir fotozin atölyesi düzenleniyor. Sizce Gölge’nin öncülü olduğu bu tip yayınların varlığı söz konusu olmasaydı, bu atölyenin düzenlenmesine mümkün olur muydu? Sonuçta bu bir domino etkisi... ve ilk taşın Gölge Fanzin olduğu yadsınamaz.
Hatta bakmışsınız, hakkını teslim etmek üzere atölyeye Gölge’yi de çağırmışlar... Hoşta olur; görev addeder, gider insanlarla deneyimlerimizi paylaşırız. Bundan çokça da mutluluk duyarız. Sonuçta deneyimler paylaşılmak için var.
- Fotoğraf camiamızda, son zamanlarda Ara Güler, Recep Tayyip Erdoğan’ı övdü diye, ufak bir kıyamet koptu. Herkes, “Ara Güler” bunamış, diyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Evet, durumdan haberdarım. Ara’nın bu gibi demeçleri ara... ara... (gülerek) verdiği bir gerçek... Bunadı... Saçmalıyor... türevinden yorumlar yapanlar, Ara’nın fena dolmuşuna geliyor. Ben şahsen çok eğleniyorum.
İlla yorum yapın derseniz; Ara Güler’in, talihsizce “Çok affedersin Ermeni diyen oldu” ifadesini kullanan RTE’yi, önce fotoğraflamak sonra da övmek gibi bir eğilimi varsa, o işin içine ‘kar suyu’ kaçmıştır. (Ara Güler’in sıkça kullandığı ifadeyi taklit ederek) Anladın mı? Ara klasik bir pragmatist... Bir dönem iyi fotoğraflar çekmiş olması, onu her konuda yüksek nitelikli bir insan yapmaz.
- Ara Güler’in fotoğrafçılığını nasıl buluyorsunuz?
İzninizle bu sorunuzu Ara’nın hicivli söylevlerine bir gönderme yaparak yanıtlayayım.
Sırtını oryantalizme dayayan bir anlayışıyla çektiği 50’li... 60’lı... yılların melankolik İstanbul'u... anladın mı? ...zati alilerine beynelmilel bir muvaffakıyet kazandırmıştır. Hakkıdır. Anladın mı? Hoş Perihan Hanımefendi (Kuturman) olmasaymış, Ara'dan bir cacık olmayacakmış. Rahmetliyi bu noktada anmamak vefasızlık olur. Sonuç itibariyle kendisi bazı çevreler açısından o dönemin kullanışlı fotoğrafçısıdır. Pardon! Tarihçisidir... Pardon! Foto-muhabiridir... Dikiş makinesiyle overlok çeken dikişçisidir...
Ama asıl olan bir şey var ki; Ara Güler az biraz "meme" yapmış.
- Meme mi yapmış?
Evet, artık git-gel olmuş. Fazla takılmayacaksın... Ama en başta da söylediğim gibi, hakkını vermek lazım milleti nasıl ajite edeceğini çok iyi biliyor. Hoş ona soru soran muhabir müsvetteleri de onu manüple ediyordur. O da olayın öteki yüzü... Malum kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş.
- Peki Ara Güler’in fotoğrafçılığı değerli mi?
Bir yandan çok değerli, diğer taraftansa değil...
- Ne demek istediğinizi biraz daha açmanızı isteyeceğim.
Çok değerli... Çünkü İstanbul’un bir döneminin görsel kayıtlarını oluşturuyor... Değerli çünkü Ara Güler fotoğraflarını, Doğuş Grubuna 3-4 milyon Avro’ya okuttu. Ayrıca, tanrı uzun ömür versin... Hayatı boyunca alacağı sağlam bir maaşı da var. Aylık 50 bin gayme... Fakat Ara, tüm bunlar için “O iş karışık... Göreceğiz” diyor. Artık ne demek istiyor, o kadarını bilemiyorum.
Değersiz çünkü, kanlı yılbaşının ardından 'mevzuata aykırılık' gerekçesiyle tamamen yıkılan Ortaköy Reina'nın kalıntılarını ve Karaköy’de inşası süregelen meşhur liman projesinin ‘suç mahallini’ örtmek için, Meclis-i Mebusan boyunca paravan niyetine kullanılacak kadar da ucuz. Hoş... “Adam parasını vermiş, dilediği gibi kullanır”, diyen de çıkabilir.
Sanırım birkaç yıl kadar önce... baktım, sahibinden.com’da bir ilan... Şimdi ismi lazım değil... tanıdık birisi vermiş. Falanca liraya Ara Güler fotoğrafı satıyor. Düşünün artık!
Bende dahi... Dahi, diyorum çünkü Ara’nın fotoğraflarının değerini yadsımasam da, ilgimi çekmezler... Çözünürlükleri oldukça yüksek, belki onlarca Ara Güler fotoğrafı var. Baksana adamın fotoğrafları benim gibi bir adamın eline bile düşmüş... Demek ki değersiz... (gülerek)
Daha sıralayayım mı? Yoksa kafi mi?
- Sanıyorum ki yeterli oldu. Şimdi bambaşka bir konuya geçmek istiyorum. Sizce fotoğraf öldü mü?
Bu sorunun cevabı, hangi tür fotoğraftan bahsettiğimize bağlı olarak değişkenlik gösterir. Mesela benim branşım olan sosyal belgeci fotoğraf öldü de, ağlayanı yok. Bu ölüm listesine foto-muhabirliği de dahildir. Aslında genel çerçevede ‘doğrudan fotoğraf’ öldü dersem, hani pekte yanlış olmaz.
- Bu düşüncenizin temelinde ne yatıyor? Açıklar mısınız?
Hafızalarımızı az biraz zorlarsak hemen hatırlarız. 2008 yılında foto-montaj kaynaklı bir skandal yaşamıştık. Asıl mesleği doktorluk olan, aynı zamanda fotoğrafla ilgilenen bir şahıs fotoğraflarında orada olmayan hasta ya da özürlü insanları, onlara yaraşmayan yerlere montajla yerleştirmişti. Bu şahıslara maddi yardım yapacağı vaadiyle bir takım fotoğraflar çekmişti. Sonra duruma istinaden yapılan şikayetler üzerine tutuklandı. Hatta bir süre hapiste yattı.
Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan ve Türkiye’nin dört bir tarafında reklam panolarına asılan ‘15 Temmuz’ afişlerinde yer alan askerin, ABD’li fotoğrafçı David Turnley’e ait bir fotoğraftan çalındığı olduğu ortaya çıktı. Bunlar sayılarını arttırmamız mümkün olan birkaç ulusal örnek.
Birkaç örnekte dünyadan verelim. Hatırlarsanız, 2016 yılında da koskoca Steve McCurry fotoğraflarındaki abartıya kaçan maniplasyonlardan dolayı patates oldu. Uzunca bir süre sessiz kaldı, ardından da sorunun ekibinden kaynaklandığını yarım ağız söyleyip, konuyu kapattı. Yaşanan bu vaka üzerine “Onun için ne değişti?” diye sorarsanız, adam kaldığı yerden devam ediyor. Çok ta fifi!
Souvid Datta vakasını da elbet bilyorsunuz, adam fotoğrafına gitti Mary Allen Mark’ın bir fotoğrafından aldığı şahsı monte etti. Fakat o asla McCurry kadar şanslı değildi. Yükselen kariyerinin erken döneminde yediği hurmalar onun poposunu derhal tırmaladı. Adam artık ortalıklarda yok. Ayrıca bir ‘Sadegh Souri Skandalı’ da var. O da acaip bir başka vaka... Ama konuyu uzatmayalım. Dileyen iki dakika ayırıp, google etsin...
Görüyorsunuz. Doğrudan fotoğraf sürekli olarak suistimal ediliyor. Kanıt olma özelliği yok ediliyor. Mesaj verme yetisi sakat bırakılıyor. Gerek dijital maniplasyon gerekse mizansenler aracılığıyla öldürülüyor.
- Steve McCurry’den bahsederken, ustaların kollandığını mı ima ettiniz?
Elbette... Günümüzde sahtekarlıkta bile bir ayrımcılık var. Steve McCurry gibi köklü fotoğrafçılar bu gibi vakalarda ‘dokunulmaz’ oluyorlar. Hâlbuki ‘gerçek’, kamusal bir kavram... Hepimizin doğrudan gerçeği bilmek, işitmek ve görmek hakkı... Bunu suistimal eden herkes, eşit derece de suçlu olmalı... Cezalandırılmalı...
Zamanında Capa’nın foyası meydana çıktığında da aynı şey oldu. Adamın ‘Düşen Asker’inin çekim mahalinin çarpışmaların 25 km uzağında olduğu ortaya çıksa da, ‘O’ da dokunulmazlardan olduğu için kariyeri bundan hiç etkilenmedi. Aksine belki de o fotoğraf kariyerinin en önemli fotoğrafı oldu. Dikkat ederseniz bu fotoğrafçıların ikisi de Magnum’dan...
Ben zamanında bu konuda kapsamlı bir yazı hazırladım. Abovv!.. Tepkileri görmelisiniz. Sanki sahtekâr olan benim... “Vay! Efendim, ben nasıl öyle dermişim”, “Yok! Efendim Capa büyük bir üstatmış, yaptığım çok ayıpmış” Falan... filan...
İlgilenenler için bahsi geçen incelemenin bağlantısı:
Günümüzde uzmanlar, kanıtlar sebebiyle bu fotoğrafın düzmeceliği konusunda hemfikirler... Yine de herkes Capa’nın “Yeterince yakın değilseniz fotoğraflarınız yeterince iyi değildir” sözünü dilinden düşürmüyor. (gülerek) Şaka gibi... Öyle değil mi?
Bu derece majör bir sahtekârlık yapılıyor. Ve tüm dünya buna göz yumuyorsa, ötesi alkış tutuyorsa... Efendim, buyurun doğrudan fotoğrafın cenaze namazına... Bunun ‘Kabataş Yalanı’ndan hiçbir farkı yok! Ne yani işimize gelen bir olaysa susup, gelmeyense doğrucu davut mu kesileceğiz? Geçiniz efendim... Geçiniz...
- Hazır Magnum’u anmışken, soralım... Bliyorsunuz yine bir Türk fotoğrafçısı Magnum üyeliği sürecine dahil oldu. Bu konuda ne düşünüyordunuz?
(gülerek) Desenize o da dokunulmazlara dahil olmak üzere... Siz Emin Özmen’i kastediyorsunuz. Kendisini öncelikle tebrik ederim. Kolay bir iş değil. Şu an geldiği nokta onun adına çok önemli. Elbette sonrasında ilham vereceği diğer Türk fotoğrafçılar adına da bu bir o kadar önemli...
Şiddetin medya aracılığıyla pazarlanıp, yaygınlaştırılarak yeniden üretildiğini böylesine vahim bir dönemde büyük bir insanlık imtahanına tabi tutulacak. İnşallah sürecin sonunda ‘kullanışlı fotomuhabir’ olup çıkmaz. Duyduğum kadarıyla Özmen, Magnum’un ekmeğine yağ süren bir projeyle sürece devam edecekmiş. Çaktın köfteyi... Ah! Ah! Benim yalnız ve güzel ülkem...
Yalnız önemli bir hususun altını çizmek istiyorum. Özmen, şiddet görüntüleriyle özleşmiş bir fotomuhabir, içinde hır-gür olmayan bir konu seçtiğinde tahminimce afallayacaktır. Fotoğrafik yeteneği tartışmaya açık bir fotoğrafçı, sürecin üstesinden gelemeyebilir. Artık bekleyip birlikte göreceğiz.
- Emin Özmen ile kişisel bir tanışıklığınız var mı?
Hayır, yok.
- İlginç bazı noktalara temas ettiniz. ‘Medya ve Şiddet’ ilişkisine dair görüşlerinizi biraz açabilir misiniz?
Medyada kullanılan fotoğrafların, ifşa ettikleri suçları yeniden ürettikleri aşikar.
Medya’nın ve onun emrine amade hizmetkarlarının bundan yana yegane amaçları fark edilmek, izlenmek veya tıklanmak suretiyle popüler olmak... Neticesinde de bu rüzgarı maddi çıkara çevirmek... Bu şiddet pornografisi üretiminin sonu yok! Bunun bireyler ve toplum üzerinde son derece olumsuz ve yakışıksız etkileri var. Bunu eleştirmek, karşı durmak öncelikle bir insanlık görevi...
Kullanılan fotoğraflara dair olumsuz eleştiriler dillendiğinde, fotoğrafçıların çoğu için aynı nakarat geçerli: “Benim fotoğrafımda sorun yok, ben kötü niyetli değilim. Amacım sadece suçu ifşa etmek, insanlığa hizmet ediyorum.” Bu sözleri ettiğin an, sorumluluktan kaçınmışsındır. Artık insanlıktan istifa etmişsindir. Zaten bunları diyen fotoğrafçı şöyle bir hafızasını yoklasın. İlk önce çeker, şahit olduğu manzaradan midesi bulanır. Sonra adamın önüne 70 bin papel koyarlar, birden kendini ‘best-seller kadraj’ nasıl yaparım, diye düşünürken bulur. Kaşarlaşır.
Ben medyada yer alan ve insanların maruz bırakıldığı şiddeti en ince ayrıntısına kadar ifşa eden fotoğrafları tabii ki istismar olarak... Bir insan hakkı ihlali olarak görüyorum. İfşa edilen detaylar o görsele bakanları çaresizliğe, umutsuzluğa sürüklüyor. Kutsal olan yaşamı aşağılıyor, kıymetsizleştiriyor.
Ayrıca şiddeti uygulayanı teşvik ediyor. Adamın derdi insanlık değil ki, uluslararası alanda gündeme geldiğini gören bir zulmedici bu reklamı daha da etkileyici hale getirmekten başka bir şey düşünmüyor. Prodüksiyonunu büyütüyor. Böylece zulmün ve şiddetin hiddeti yükseliyor.
- Bunu Emin Özmen ile nasıl ilişkilendirdiğinizi de netleştirelim?
Özmen’in bu noktaya gelmesini sağlayan fotoğraflar malum... Umarım Sevgili Özmen’de Magnum’a dahil olacağım, diye zıvanadan çıkmaz. Mağdurla ağlayıp, celladlarıyla iş tutmaz. Yakışıksız olur. Çünkü adama servise hazır fotoğraf verirler. Tatlı gelir. Sonra bir bakmış kullanışlı fotoğrafçı olmuşsun. Hele memleketteki herkesle kavgalı hale gelirsen, elini bıraktıklarında düşersin. Ben insan olarak bir meslektaşımın bu duruma düşmesine üzülürüm.
Düşünüyorumda antik trajedilerde; kavga, vurma, yaralama, öldürme, intihar gibi seyircinin kötü olarak göreceği, kaba bulacağı çirkin olaylar sahnede seyircinin gözü önünde canlandırılmazdı. Oyunun içinde bu tür bölümler varsa bu bölümler sahne arkasından gelen yani kulisten gelen konuşmalarla canlandırılırdı. Seyirci ne olduğunu seslerden anlar ancak kötü sayılan olayı görmezdi. Nereden... nereye? Sözüm ona insanlık gelişti. Değişti. Sanırım gelişen yegane şey, teknoloji oldu... O kadar...
- Bu durum nasıl düzeltilebilir?
Bu durumu düzeltmek, teknik olarak gezegendeki tüm medya kuruluşlarının oturup, ortak bir takım kararlar almasıyla mümkün. Ki bu kararlar zaten çok önceden alınmıştı.
- Peki, neydi bu kararlar?
Şu nitelikte fotoğrafları ve videoları artık yayımlamayacağız. Bu niteliktekileri ancak bulanıklaştırarak ya da mozaikleyerek kullanacağız. Aksi yapıldığında cezai müeyyide uygulayacağız. Vesaire... Görüldüğü üzere aslında yeni bir tutum gerekmiyor. Sadece eski hassasiyetlerin devreye sokulması yeterli... Ama itiraf etmeliyim ki; bu da yalan olur.
- Neden?
Propaganda, her zaman planlanan siyasi etkinin sağlanmasında önemli bir faktör oldu. Özellikle geçen yüzyılda bolca kullanılan bu yöntem, çok geçmeden dans edeceği partneri bulmakta da gecikmedi: Satılık Medya! Buna yandaş medya da diyorlar.
Medya dediğimiz araç göbekten devlete, o an mevcut hükümete bağlıdır. Onun tarafından yönetilir. Dolayısıyla bir medya kuruluşu belli bir fotoğraf ya da video paylaşıyorsa, ulusal ya da uluslararası bir algı yönetimi devreye girmiştir. Öyle kafasına göre kimse hiçbir görsel ya da video yayımlayamaz.
Şu gezegendeki akil her beşer, zarların cıvalı olduğunu biliyor. Dünyayı yöneten devletler, gladyolar ve güç odakları toplumlar üzerindeki müdahalelerini meşrulaştırmak adına, tüm kırmızı çizgileri geri dönülmez biçimde ihlal ettiler. Bu ihlal onların beklentilerini ziyadesiyle de karşıladı. Karşılamaya da devam ediyor. Sorgulama alışkanlığı olmayan, yalnızca kendine sunularını alan toplumların akıları başlarına gelipte reaksiyon vermedikleri takdirde medyada görsel kullanımına dair etik kurallar devre dışı kalmaya devam edecektir.
- Peki siz neden fotoğraf çekiyorsunuz?
Hafıza-i beşer nisyan ile malül... Bundan kelli fotoğraflarımın görevi insana insanı hatırlatmaktır. Yaşama dair tüm insan deneyimlerinin evrenselliğini, bıkmadan ve sürekli insanoğluna yeniden sunmaktır. Bir toplumun bir arada kalabilmesi için nasıl kolektif bir bellek kurması gerekiyorsa, insanın da insan kalabilmesi için birbirleriyle kolektif duygudaşlık kurması gerekir. Fotoğraflarım bu duygudaşlık köprüsünü kurmaya adaylardır.
- Instagram’ın günümüzde fotoğrafçılığı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Erik Kessels’in yerleştirmesinden az önce bahsettik. Hani şu korkunç görsel bombardımandan bahsediyorum. Bunun sebep-sonuç ilişkilerinden de dem vurmuştuk. Bunun günümüzdeki en önemli sebebi... kaynağı... Instagram! Tabi ki tüm bu çıkarımlara rağmen Instagram’ı günah keçisi olarak ilan etmek yanlış olur. Fakat her mecra gibi bu mecrayı da bilinçli kullanmak çok önemli... Keşfetmek ve keşfedlmek için çok faydalı bir ortam olduğu kanaatindeyim. Fotoğraf editörleri bu mecrayı çok ciddiye alıyorlar. Son dönemde önemli fotoğrafçıların keşfinde etkin bir sosyal medya aracı olduğu yadsınamaz.
Şimdi aklıma birden geldi. ‘Instagramın Sokak Fotoğrafçılığı Üzerindeki Etkileri’ üzerine, arkadaşım M.Bilge Satkın’ın bir anketi vardı. Yanlış hatırlamıyorsam bunun sonuçlarına bağlı olarak, son Bursa Fotofest’te bir seminer de vermişti. Sonra bunu internetten bir makale olarak paylaşmıştı. Yeri gelmişken, meraklısı için ilgi çekici olabilir. Paylaşmakta fayda var.
İlgili makale:
- Hazır sokak fotoğrafçılığı demişken... Günümüzde moda olan ‘Sokak Fotoğrafçılığı’ hakkındaki görüşlerinizi paylaşabilir misiniz?
Şimdi kimse Amerika’yı yeniden keşfetmesin. Sokak Fotoğrafçılığı dediğimiz branş son 10-15 yılda keşfedilmişçesine bir hava var. Bu tamamen bir safsata... Fotoğraf makinesinin evrimine bakarsanız şunu fark edersiniz. Alet keşfinden sonra her geçen gün küçülüp, hafiflemiş ki dışarıdaki hayat pratik bir biçimde görüntülenebilsin. Dolayısıyla günümüzde kullanılan ‘sokak fotoğrafı’ adlandırması sadece ticari bir kavram...
Akıllı telefonlara entegre kameralara ve aynasız fotoğraf makinelerine yapılan ar-ge, pazarlama ve reklam maliyetlerini karşılamak, amatör kullanıcıyı tüketime teşvik ve tonlarca kar etmek için kullanılıyor. Sağlama yapmak adına birkaç akıllı telefon pazarlama sloganı analım. “Kamera Yeniden Tasarlandı: Zamsung Malaxy S9+”, “İçindeki Fotoğrafçıyı Özgür Bırak: Masper Mia F2” görüldüğü üzere; pazarlanan akıllı telefon değil, telefonlu fotoğraf makinası... (gülerek) “Dışarısı dalağınızı çağırıyor!”, “Sokak Fotoğrafının minimalist ruhu... En küçük. En Hafif. Yeni XYZ” Bunlarda aynasız fotoğraf makinası sloganları...
Sokak fotoğrafçılığı denen tarzın genel olarak alemetifarikaları; kontrastlık, kadrolu bir erkek ya da kadın silüeti, monokrom atmosferde patlayan ya da karaltılar içinden fırlayan doygun renkte bir nesne ya da organizma... Genel olarak özensiz ve sarsak kadrajlar, kaos, amatör bir bakış açısı, çevre-insan ilişkisinden yoksun bir yaklaşım olarak değerlendiriyorum.
Bundan kastımı da biraz açmak isterim. İnsanın yaşadığı ortamı; tarihi, mimari, sosyal vs. bir doku sarıp sarmalar... Bu doku, yerleri ve insanları tanımlar. İnsanların nasıl bir kültür ve çevrede yaşadıklarını anlatır. Bu faktörleri kadrajımızdan izole edersek, her yer ve kişi birbirine benzer... Sosyoloji ve sosyal antropolojiyi bu görsellerle destekleyemezsiniz. Dediğiniz gibi modadır... Ve zaman; herkesin... her şeyin iç yüzünü gösteren en güzel ayna olduğundan ötürü, dandik olan, gelip geçer. Bazı nitelikli örnekleri haricinde tutunamaz.
- Sizce bu gelip geçicilik fotoğrafçılar için de söz konusu oluyor mu?
Elbette... Biraz öncede bahsetmiştik. Bir ara çok revaçta olan doktor bir fotoğrafçı vardı diye... Fotoğraflarındaki manipülasyonlardan sebep mahpusluk olmasıyla piyasadan yok oldu. Oysa ki çok popülerdi. Hoş toplumumuz çok unutkan, yarın ortaya çıksa şaşırmam.
Sonra ilk başlarda Devran Çağlar görünümlü, neo-Erol Atar bir çocuk vardı. Rakçı olamadığı için rötuşçu olmuş... Bir ara onu ‘fotoğrafçı’, diye millete yutturmaya çalıştılar... Hoş! Yiyen yedi. Fakat hükümranlığı fazla sürmedi sayılır, artık kredisi bitti.
Son 15-20 yılda iş adamından, oyuncudan, şoförden devşirip devşirip fotoğrafçı yaptılar. Hatta ipe sapa gelmez insanları popülerleştirdiler. Şimdi ise Instagram fenomenleri çok moda... onlara da fotoğrafçı demiyoruz. Dikkat edin, onları “Instagram Fenomeni” ya da “Instagramcı” diye adlandırıyoruz.
Popüler tür, tarz ve maymun iştahlı kişiler fotoğraf dünyamızda hep vardı. Hep olacak... Samimiyetsiz, nabza göre ve gelip geçici dürtülerle yapılan işlerden medet umulmamalı. Atalarımız ne demiş? “Leyleği kuştan mı sayarsınız? Yazın gelir, kışın göçer gider.”
- Daha konuşabileceğimiz birçok konu, sorabileceğimiz birçok soru olmakla birlikte bu sayıda bize ayrılan bölümü fazlasıyla aştık. Bu yüzden size son olarak fotoğrafçılığın geleceği hakkında neler düşündüğünüzü sormak istiyorum.
Yine çok konuştum değil mi? Huyum kurusun. (gülerek) Yapım bütçesi ve pratiğine dair avantajlarından sebep, still-life ve ürün fotoğrafçılığının yerini bilgisayar üretimli imgelemeye (cgi) bırakacağını öngörüyorum. Moda çekimleri bir süredir ‘greenbox’ destekli olmaya zaten başladı. Dünyanın bir ucundan diğerine gidip çekim yapmak yerine uygun ortam ve techizatla stüdyo’da dilediğiniz ortamı yaratabiliyorsunuz. Moda fotoğrafının bu yolda evrilmeye devam edeceğini düşünüyorum.
Basın fotoğrafçılığı ve sosyal belgesel fotoğrafçılık iyiden iyiye güç odaklarının kontrolüne geçecek. İdeolojilerin fotoğraf aracılığıyla yayılımı tüm hızıyla sürecek.
Gerçek, bu amaca hizmet eden foto-suikastçılar! aracılığıyla sürekli manüple edilecek. Sahnelenmiş gerçeklikle kitlelerin algısı acımasızca yönetilecek. Doğrudan fotoğraf bir kanıt olarak kıymetini yitirecek. Artık öyle ki, bir fotoğrafa, bir yağlı boya resme ne kadar inanıyorsanız o kadar inanabileceksiniz. Ama arada muhakkak etik kaygı taşıyan, idealist birkaç fotoğrafçı olacaktır. Tanrı onları başımızdan esirgemesin.
Gezi fotoğrafçılığı halihazırda ticari bir yalanın aracısı; olanı abartarak, olması muhtemelleri izleyicinin kafasında canlandırmasını sağlayarak, olmayanı da uydurarak yapılan profesyonelce bir iş... İnsanlar gezi fotoğraflarına kanıp, bir yerlere gidip, sonra da “Bu muymuş?” diye sormaya devam edecekler.
Çok uzun vadede belki... Fakat fotoğraf makinelerinin ruhsatlı olması şart olacak. Tıpkı silahlar gibi... Şimdiki gibi her önüne gelen fotoğraf çekemeyecek. Fotoğrafçı bir resmi daireye kayıtlı olacak. Çünkü fotoğraf, mermiden de tehlikeli bir hale gelecek... Çünkü her yer suç mahalli olacak... Fotoğrafçılar ister istemez önemli birilerinin suçunu ifşa edebilir kaygısıyla, kolluk güçlerince kontrol altına alınacak, tutuklanacaklar.
Film Director: If Guns Require Licenses, Why Not Cameras?
Mesela biraz önce bahsettiğimiz “Sokak Fotoğrafı” denen tür, belki de sırf bu yüzden ortadan kalkacak. Çünkü fotoğrafındaki kişilerin ve mekanların sahiplerinin iznini almadan hiçbir fotoğrafını, gayri ticari de olsa çekip yayımlayamayacaksın.
Fırça da teknolojinin bir parçası ama geçmişte olduğu gibi resimleri yapanlar aletler değil, her zaman ressamlar olacak... Fotoğrafta ise işin rengi böyle değil, yakın gelecekte sizi kaliteli kadraj yapmaya yönlendiren makineler kullanılacak, orta vadeli gelecekte fotoğraf makinesi yerine fotoğraf çeken humanoidler satın alacağız. Gözlerimize adapte edilecek, fotoğraf çekebilen lensler kullanacağız. En sonunda telefonu da, fotoğraf makinesini de bedenimize entegre edecekler. V.s... V.s...
- Sorularımıza verdiğiniz içten cevaplar için size teşekkür ederiz. Çok keyifli ve öğretici bir röportaj olduğunu düşünüyorum. Umarım sizde memnun olmuşsunuzdur.
Benim için zevkti. Teşekkür ederim. Umarım fotoğraf severlere faydalı olur. Artık her ne kadar sürç-i lisan ettiysek affola!