RÖPORTAJ: ERGÜN TURAN



Bu sayımızdan itibaren, “Gölge'de Röportaj” adını verdiğimiz röportaj serileriyle Türk Fotoğrafı’nı mercek altına yatırarak, sorunlarımıza ışık tutmayı ve çözümler önermeyi hedefliyoruz. Bunun için seçeceğimiz şahıslar, camiamızda laf değil, samimi işler üretmek amacında olan fotoğrafçılar arasından olacak. Samimiyetle sorulan sorularımıza verilen cevapları harfine bile dokunmadan sizlere ulaştıracağız. Bu anlamda ilk röportajımızı Ergün TURAN ile gerçekleştirdik.

d.1965, İstanbul, 1986 yılında M.Ü.İ.İ.B.F Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu.1987-1990 yılları arasında İ.Ü.Siyaset Bilimi, Boğaziçi Ü.Sosyal Psikoloji bölümlerinin Yüksek Lisans programında birer yıl eğitim gördü. 1990 yılından itibaren fotoğraf ile ilgilenmeye başladı. 1999 yılında Mimar Sinan Üniversitesi G.S.F. Fotoğraf bölümünden mezun oldu. Halen Marmara Üniversitesi Fotoğraf bölümünde Öğretim Görevlisi olarak çalışmaktadır.İki ayda bir yayınlanan Fotoğraf dergisine yazılar yazmaktadır. 2002 yılında, ön sözünü Orhan Pamuk`un yazdığı ,Süreyya Dernek ile ortak hazırlanan 'BİZ' adlı fotoğraf albümü yayınlandı. 2003 Haziranında, 2 yıldır Hakkari ilinde yürüttüğü fotoğraf projesinin sonuçlarını 'Hakkari Hatırası' adı altında Van ve Hakkari illerinde sergiledi. 2004 yılının Ekim ayında siyah-beyaz fotoğrafın teknik yapısı ile ilgili “Siyah-Beyaz Negatif” adlı kitabını SAY yayınlarından çıkardı.

Cenk 'Mirat' Pekcanattı: Öncelikle 'eğitimci' kimliğinizden 'fotoğrafçı' yanınız nasıl etkileniyor? Bir akademisyen olarak sahip olduğunuz ödev ve sorumluluklar fotoğraf üretimi konusunda size nasıl tesir ediyor?

Ergün Turan: Niceliksel bir üretimden söz ediyorsan, elbette olumsuz bir şekilde etkileniyor. Geçmişe oranla çok daha az sayıda fotoğraf çekiyorum. Hafta içi tüm günümü üniversitede geçiriyorum. Hafta sonları ise ailemle olmaya özen gösteriyorum.

Fotoğrafa başladığım ve ona aşık olduğum birkaç yıllık dönemde gerçekten de 24 saat fotoğrafla yatıp fotoğrafla kalkardım. Sonra bu dönem sone erdi. Fotoğraf makinesini almadan sokağa çıkabilmeyi, yolculuklar yapabilmeyi başardım. Aşk bitti ve yerini sevgiye bıraktı. Aksi halde çok yıpratıcı olurdu. Herhangi bir şeyi yaşamakla, o anı fotoğraflamak arasında niteliksel bir fark var. Elbette her ikisi de farklı yaşantılar... Fakat, hayat, bir fotoğraf karesine sığdırılamayacak kadar büyük bir zenginlik ve ben bunu ıskalamak istemem.

Ne demek istiyorum? Vapurun güvertesinde oturmuş çayımı yudumlarken gözlerimin önünden akıp giden manzarayı izlemek, güneşin sıcaklığını hissetmek ve martıların çığlıklarını dinlemek gerçekten mutluluk verici bir yaşantı...

Fotoğrafçı refleksi ise bu yaşantıyı yok eden bir durum. Bu öyle bir şey ki, sanki kocaman bir çift göz oluyorsunuz. Martılar, güneş ve manzara hepsi artık çok uzaktalar... Elbette bu da farklı bir meditasyon hali... Ama ne yazık ki, ikisi de bir arada olmuyor. Ya da bunu ben başaramıyorum. Bu nedenle tatildeysem, sadece tatil yapıyorum. Gelelim fotoğraf çekmeye…

İki şekilde fotoğraf çekiyorum. Birincisi; belli bir proje kapsamında çekimler yapıyorum. İkincisi ise sokaklarda gelişigüzel dolaşarak refleks şekilde fotoğraf çekiyorum. Hiçbir zaman çok fazla fotoğraf çeken birisi olmadım zaten...

Akademik ortama girmemle birlikte eğitimci kimliğim daha çok ön plana çıktı. Okumak ve yazmak, artık fotoğraf çekmekten daha çok zamanımı alıyor. 3 yıldır, 'Siyah Beyaz Negatif' adlı bir kitap üzerinde çalışıyorum. Kitap yakında piyasaya çıkacak. 2003 yılı içerisinde başladığım, 'Siyah Beyaz Baskı' adlı çalışmamı ise bir aksilik olmazsa 2005ʼin sonuna kadar bitirmeyi hedefliyorum.

- Fotoğraf bölümlerindeki eğitim kadrolarının yeterliliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Bu ülke, 80 ihtilali gibi ciddi bir travma yaşadı. Kuşkusuz bundan önce yaşanmış başka olaylarda var. Fakat bunların içerisinde “12 Eylül” en ciddi boyutta olanıydı. Bu kültürel ve örgütlü hayata sekte vurmak üzere planlanmış bir darbeydi. Biliyorsun, bütün demokratik kurum ve kitle örgütlerinin kapısına kilit vuruldu. Yüz binlerce insan gözaltına alındı. On binlercesi işkenceden geçirildi. Bu ülkede, Erdal Eren gibi 17 yaşındaki gencecik insanlar, yaşı mahkeme tarafından büyütülerek idam edildi.

Üniversiteleri kontrol altına almak için ise YÖK kanunu çıkarıldı. 1402 sayılı yasa kapsamında pek çok aydın bilim adamı üniversite dışına sürüldü. Doğan boşluk, henüz yeterli formasyona sahip olmayan insanların göreve getirilmesiyle doldurulmaya çalışıldı. Bu durum eğitimde ciddi bir kalite düşüşüne neden oldu.

Bu genel manzaranın fotoğraf bölümlerine nasıl yansıdığına gelince, ülkemizdeki fotoğraf bölümleri kadrolarını daha yeni oluşturan kurumlar. M.S.Üʼnün fotoğraf bölümünün kuruluşu yanılmıyorsam 1978, yani 27 yıllık bir mazisi var.

Akademisyen sıfatı taşımayan bir grup insanın şahsi çabalarıyla kurulmuş. Taşların yerine oturması, kalıcı kadroların oluşması uzun bir zaman almış. Fakat, bu noktada dikkate değer bir husus var. Geçen süreç içerisinde akademisyen olmak isteyen bölüm mezunlarının sayısı çok düşük seviyede kalmış.

Bugün M.S.Ü Fotoğraf Bölümünde eğitim kadrosunda bölüm mezunu 5 kişi bulunmaktadır. Bunlardan birisi Yrd. Doç. olarak, diğerleri ise araştırma görevlisi olarak görev yapmaktadır. Son iki araştırma görevlisinin göreve başlama süresi ise çok yenidir. Ayrıca, yetki ve sorumluluk vererek yeni kadroların önünün açılmasında yaşanan tıkanıklıklar hala aşılamamıştır. 10 yıldır asistanlık yapan kişiler henüz derse bile girememektedirler. Kuşkusuz bu tıkanıklığın giderilmesi bölüm hocalarının olduğu kadar araştırma görevlisi kadrosunda bulunan arkadaşların da ortak çabalarını gerektirmektedir.

M.Ü. Fotoğraf Bölümü ise Prof. Güler Ertan ve Prof. Barbaros Gürsel öncülüğünde 1995 yılında kuruldu. Bugün bakıldığında çekirdek bir akademisyen kadrosuna sahiptir. Bölüm kadrolarını oluştururken şu avantajı iyi kullandı. Kuruluşta yer alan hocalar yeni gelenlerin önlerini açtılar ve desteklediler. Dersleri asiste etmelerini sağladılar. Ve tek başlarına ders verebilecekleri seviyeye geldiklerinde ise dersleri bu kişilere devrettiler. Diğer sevindirici bir yan ise, kadro açıldığında aramıza katılmak için dışarıda bekleyen bölüm mezunlarının bulunmasıdır.

- Sizce sözü geçen üniversitelerde ortaya çıkan bu iki farklı tablonun nedeni, başı çeken akademisyenlerin kişisel egolarından mı kaynaklanıyor?

- Ego, zaten hayatın her alanında önümüze çıkan en büyük engel. Ben bunun daha çok bürokratik zihniyetin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. M.Üʼde yaşananlar bu durumun aşılması açısından bir örnek teşkil etmektedir. M.S.Üʼdeki tıkanıklığın aşılmasın da kadrolarının omuzlarına tarihsel bir sorumluluk yüklemektedir.

- Sanırım, şu anda sizin bölümünüzdeki kadrolu olan eğitim görevlilerinin birçoğu da, örgün eğitimden başlayan bir fotoğraf formasyonuna sahip değil. Yanılıyor muyum?

- Evet, bu doğrudur. Dört yıllık örgün eğitimini mimarlık, grafik, işletme, iktisat ve çevre mühendisliği branşlarında tamamlamış hocalarımız var. Sadece Yrd. Doç. Özer Kamburoğlu, ve ben M.S.Ü Fotoğraf Bölümü çıkışlıyız.

- Fotoğraf alt branşları açısından geniş bir yelpazeye sahip, öğrencileriniz daha çok hangi branşa rağbet eden bir profil çiziyorlar? Sizce bunun sebebi nedir?

- Türkiyeʼdeki fotoğrafın kullanım alanlarıyla ilgili olarak, tek bir branşın ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Ön plana çıkan bu branş 'reklam fotoğrafı'dır. Genel olarak dünya genelinde de böyle bir durum olduğunu bilmemize rağmen, dünyada fotoğrafçıların meyil ettiği başka alternatiflerinde olduğu açıkça gözlemlenebiliyor.

Fakat, Türkiyeʼde böylesi olanaklar pek yok. Edindiği bilgi ve deneyimi geçim kaynağını oluşturacak bir donanım olarak kullanmak isteyen her fotoğrafçı, en cazip alanın reklam ve tanıtım sektörü olduğunu düşünmekte ve dolayısıyla da bu alana rağbet etmektedir.

- Fotoğrafçıların geçim kaynağı arayışları kadar, 80 sonrası ortaya çıkan apolitizasyonun da 'sosyal - belgesel' alanında proje üretilmesine bir engel teşkil ettiği sizce söylenebilir mi?

- Elbette, her talep bir arzı yaratır. Doğaldır ki, talep yoksa arzda oluşmaz. Bu konuda 12 Eylülʼün yarattığı etkiler olmasaydı nasıl bir tablo oluşurdu? İsterseniz biraz bunun hakkında konuşalım.

Türkiyeʼde pek çok sendika, sosyal ve siyasi örgüt vardı. 80 sendromu yaşanmamış olsa, bunların her birinin ülkenin sosyal, politik, kültürel yaşamına ilişkin çeşitli görsel malzemelere ihtiyacı olacaktı. Bunu propaganda aracı olarak ya da ideolojik görüşlerini ifade etmek amacıyla kullanacaklardı. Bu talep ortaya çıktıkça bununda bir pazarı ortaya çıkacaktı. Doğal olarak sosyal – belgesel fotoğraf alanında kendini ifade etmek isteyen fotoğrafçılar bu alandan da ekmeklerini yiyebileceklerdi. 12 Eylülʼün tırpanladığı alanlardan bir diğeri de bu olmuştur.

- Ulusal fotoğraf yarışmaları hakkındaki görüşleriniz neler? Yarışmaların fotoğrafımıza daha etkili katkılar sağlaması için neler yapılabileceğini düşünüyorsunuz?

- Bilindiği üzere ulusal fotoğraf yarışmalarının başlangıcı halk evlerine dayanıyor. Halk evleri döneminde fotoğraf, Türkiyeʼde daha emekleme aşamasındayken, fotoğrafı ülke gündemine sokabilmek, fotoğrafı tanıtabilmek ve sevdirebilmek amacıyla fotoğraf yarışmaları düzenlenmiştir. Hakikaten de bu yarışmalar ülkede fotoğrafın tanınıp, yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur.

Günümüze gelindiğinde ki, ben bunu 90ʼlı yılları kastederek söylüyorum, fotoğraf ülkede ciddi bir formasyon kazanmış, belli eğilimler ve alt disiplinler oluşmuştur. Fakat, ulusal fotoğraf yarışmaları Türkiyeʼdeki fotoğraf standartlarına açılım sağlayacak bir kurum olmaktan uzaklaşmıştır. Çünkü, fotoğraf yarışmaları başlangıç düzeyinde olan pek çok amatör insan için gerçekten teşvik edici bir işleve sahip olma etkisini yitirerek, fotoğrafta belli bir yol kat etmiş, kulvarını seçmiş, kendince bir takım seçimler yapıp o seçimlerle ilgili fotoğraf duygusu oluşturmuş insanların kendilerini ifade edebilmelerinin yegane yolu olduğunu sandıkları bir alternatif haline gelmiştir.

Ayrıca, günümüzde fotoğraf yarışmaları, özellikle ticari kurumların reklamlarını yapabilmek, kendi broşür ya da kataloglarını ciddi şekilde ucuz yöntemlerle oluşturabilmek için paravan olarak görmekten öteye gitmeyen organizasyonlar halini almıştır. Tabi ki bu ticaretin doğası gereği olarak ortaya çıkan bir durumdur, kaçınılmazdır. Bugüne kadar fotoğraf camiasında isim yapmış, jürilerde bulunmuş, işleriyle kendini kanıtlamış insanların sırtında bu konuda ciddi bir sorumluluk vardır. Ben bu sorumluluğun ya farkında olunmadığını ya da es geçildiğini düşünüyorum.

Nedir bu sorumluluk? Kurumların ya da kuruluşların fotoğrafla ilgili yarışma ya da başka eylemlerinin tanımladığım nitelikte kişiler tarafından yönlendirilmeleri mümkündür. Kurumlar bir yarışma düzenleyecekleri zaman yarışma formatları oluşturmak için bu insanların fikirlerini almaktadırlar. Bahsi geçen şahıslar inisiyatiflerini kullanarak, yarışma formatlarını ülkemiz fotoğrafının gelişimini sağlayacak niteliklerle donatabilirler.

Ulusal fotoğraf yarışmalarının en büyük sorunlarından bir diğeri, fotoğraflara tek tek ödül verilmesi anlayışıdır. Gayet tabi ki, amatörler için tek tek ödül verilen yarışmalar gereklidir. Ama fotoğrafta belli bir mesafe kat etmiş insanların kendilerini ifade edecekleri alanlar açmak istiyorsak, bu yarışmaların Türkiye fotoğrafına bir katkı sağlamasını istiyorsak, ulusal yarışmaları mutlaka portfolyo yarışmalarına dönüştürmek zorundayız.

Yalnızca bu da yeterli değildir. Fotoğrafın Türkiyeʼdeki en büyük problemi olan bellek oluşturma sorunsalının çözümlenebilmesi için çareler üretilmelidir. Türkiyeʼdeki fotoğraf camiası bellek oluşturmak konusunda üzerine düşen görevi genelde es geçmiştir. Ancak cılız bazı girişimler söz konusudur. Bunlarda nihayetinde yetersiz kalmışlardır. Fotoğraf yarışmaları tarzları değiştirilerek, portfolyo yarışmaları haline getirilerek, kaliteli albümlerle sonuçlandırılarak reforme ve sistematize edilmelidir. Ancak o zaman yarışmaların ülke fotoğrafına katkıda bulunacağı bir ortamdan bahsetmemiz söz konusu olabilecektir.

- Eğitim kadrosunda görev yapmakta olduğunuz fotoğraf bölümü, ulusal fotoğraf yarışmalarında akademisyenlerinin ve öğrencilerinin aldığı seri başarılarla ön plana çıkıyor, bu başarıyı ne gibi etkenlere bağlıyorsunuz? Bu sonuçtan yola çıkarak bölümünüzün diğer bölümlere nazaran daha iyi bir fotoğraf eğitimi verdiğini söyleyebilir miyiz?

- Hayır, böyle bir yaklaşım bence hiçte nesnel bir değerlendirme olmaz. Fotoğraf yarışmalarına katılan M.Ü Fotoğraf Bölümü kökenli eğitmen ve öğrencilerin sıkça ödül kazanmaları M.Ü Fotoğraf Bölümündeki eğitim düzeyinin diğer bölümlerden daha iyi olduğu anlamını taşımaz. Böyle bir değerlendirme olsa olsa tek yanlı bir değerlendirme olurdu. Ama bunun bunun yanı sıra öğrencilerimizi yarışmalara katılma konusunda desteklemekte ve başarılarından sevinç duymaktayız.

- Ülkemizde bir dijital – analog tartışmasıdır almış başını gidiyor. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Bölümünüzde uygulanan eğitim politikaları hangisi yönünde teşvik edici?

- Bu sorun ilk kez 1995 yılında aklımı kurcalamaya başladı. Üniversitede Photoshop programıyla ilgili bir workshop çalışması yapıldı. Workshop sonrasında kafama takılan temel sorunun şu olduğunu hatırlıyorum: “Şimdi ne yapacağız?” 

Bugünlere geleceğimizi daha o günlerde kestirebilmek oldukça olasıydı. Görüntüler üzerinde her türlü maniplasyonu uygulayabileceğiniz programların ortaya çıkması an meselesiydi. Bu da analog yöntemle fotoğraf üretiminin son bulup bulmayacağı endişesini de beraberinde getirdi. Tabi ki analog yöntemler kökten tükenemezdi. Fakat, dijital olası bir şekilde popülerleşince, analog fotoğraf malzemelerini bulup bulamayacağımız bir muammaydı. Bu da fotoğrafın ilk ortaya çıktığı zaman resim dünyasını dalgalandıran koşulları andıran bir atmosfer oluşmasına sebebiyet veriyordu.

Yalnız unutulmaması gereken önemli bir nokta var. O da biz fotoğrafçıların malzemeye olan bağlılığı; büyük firmalar malzemeleri üretmekten vazgeçerse bu sorun yaratabilir. Fakat, bu konuda büyük firmalar üretimlerini durduracak olsalar da, küçük firmalar sanırım siyah-beyaz malzeme talebini karşılayacaklardır. Olayın son tahlilde gidebileceği yer kendi malzememizi, kendimizin üretmesi noktasıdır. Dilerim sorun bu boyutlara taşınmaz.

M.Ü Fotoğraf Bölümünün bu konudaki tercihi açıktır. Bugün hala eğitimin siyah-beyaz analog yöntemlerle yapılıyor olmasının ardında da bölümün bu konudaki niyeti yatmaktadır. Çünkü siyah-beyaz fotoğraf eğitimi düşüncesinin ardındaki gerekçe şudur: Analog siyah-beyaz fotoğraf malzemesi, fotoğraftaki yapısal öğeleri değerlendirmek için ideal bir malzemedir. Leke, ışık-gölge değerleri etkili biçimde kontrol edilebilir ve öğrenciye aktarılabilir.

Dolayısıyla eğitimin doğası gereği, siyah-beyaz analog malzemeden vazgeçilmesi mümkün değildir. Ama bu bölümün dijital fotoğrafa peşin hükümlü bir bakış açısı taşıdığı anlamına gelmemelidir. 5-6 yıldan beridir, Öğretim Görevlisi Emre İkizler tarafından dijital fotoğraf dersleri verilmektedir. Öğrenciler, bu derslerde dijital konusunda temel bilgileri almaktadırlar. Fakat zaman içerisinde kimi fotoğrafa bölümlerinde analog yöntemlerin tamamen terk edilmesi ve buna bağlı olarak bu yöntemlerin tartışıldığı derslerinde müfredattan kaldırılması söz konusu olabilir. Ne yazık ki her alandaki omurgasızlık bu alanda da kendini gösterebilir.

- Ülkemizde ticari amaçlarla kurulmuş fotoğraf eğitimi veren kurumlar ve atölyeler hakkındaki görüşleriniz neler? Türk fotoğrafına bu kurum ve atölyeler bir katkı sağlıyorlar mı?

- Bu kurum ve atölyeler fotoğraf camiasının buluşabileceği yerler oldular. Fotoğrafa yeni başlamış olanların, fotoğrafımızın duayenleriyle tanışması için bir ortam oluşturdular. Fotoğraf kursları düzenleyerek fotoğrafa amatör anlamda ilgi gösteren insanların ilk adımlarını atmalarını sağladılar. 'İleri Fotoğraf' adı altında seminerler yaparak, bir diğer katkıyı gerçekleştirdiler. Diğer sanat galerilerinin burun kıvırarak baktıkları fotoğrafa, mekanlarını açarak çeşitli projelerin sergilenmesine vasıta oldular. Fakat, bunlar Türkiyeʼde fotoğrafın gerek kurumsallaşması gerekse geleceğine dönük açılımlarının sağlanması için yapılabilecek katkıların içerisinde küçük bir parçasıdır.

Esas mühimi bu mekanların fotoğrafımızdaki genç solukların işlerinin galeri duvarlarında sıkça görülmesine öncülük etmeleridir. Bu özellikle altını çizdiğim bir nokta, daha da önemli bir nokta fotoğrafın entelektüel birikimini hızlandırmak açısından bir misyonu üstlenebilirler.

Bu nasıl olabilir? Özellikle, fotoğrafın farklı disiplinler tarafından nasıl yorumlandığı, fotoğrafın farklı disiplinlerle nasıl dirsek temasında bulunabileceğini, bir sosyolog, psikolog ya da antropolog tarafından fotoğrafın nasıl izlendiği gibi konuların irdelenebileceği fikir platformlarını oluşturabilirler. Kurumlar bu tanımladığım uzmanlık alanlarındaki insanlarla kurdukları iletişim sayesinde tartışma ve fikir üretimi merkezleri haline gelebilirler. Bu anlamda Fotoğraf Vakfı Girişiminin çalışmalarını bu yönde atılmış değerli adımlar olarak görüyorum.

- Türk fotoğrafının sizce en önemli sorunsalı nedir?

- Fotoğrafımızın bence en temel sorunsalı bellek oluşturma konusundaki tarihsel sorumluluğu yerine getirmemiş olmasıdır. Tüm fotoğrafik işler değerlendirildiğinde, sosyal–belgesel fotoğraf alanındaki işlerin sayısının az olması, olanlarında cılız örneklerden ibaret olması ve sürekliliğini koruyamamasıdır.

60ʼlı yılları bir başlangıç olarak ele aldığımızda fotoğrafımız doğası gereği özünde olması gereken tarihsel sorumluluğu omuzlarında taşımak konusunda ciddi bir sıkıntı yaşadı. Türkiyeʼdeki dönüşümün, gelişimin bir aynası olması işlevini üstlenmedi. Üstlenemedi. Türkiyeʼnin toplumsal yapısındaki değişimin, dönüşümün, gelişmenin görsel kayıtları tutulamadı. Bu nedenle bugün elimizde çadır tiyatrolarımız, ramazan eğlencelerimiz, yazlık sinemalarımız, grev çadırlarımız, 1 Mayıs gösterilerimiz, v.b gibi toplumsal yaşamımıza ve kültürel renklerimize dair ipuçlarını içeren fotoğraflar bulunmamaktadır.

Halbuki, fotoğrafın beşiği kabul edilen ülkelere; özellikle Batı Avrupa ve Amerika fotoğrafına bakıldığı zaman toplumların sosyal ve tarihsel gelişimlerinin fotoğraflarla açıklanabilir olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Bunun nedenleri dönemin fotoğrafçılarının seçimleriyle ilgili tartışmalarla, açığa çıkartılabilir. Bu günlere gelinirken fotoğrafçılarımızın seçimlerini neler belirledi? Hangi toplumsal ya da kişisel koşullar bu tercihleri etkiledi? Fotoğrafın ülkemizdeki geleceği açısından bunların gündeme taşınarak cevaplandırılması gereken önemli sorular olduğunu düşünüyorum.

Bu bağlamda Türkiyeʼde açılmış olan ya da açılacak olan fotoğraf merkezlerinin bu ve benzeri bir çok tartışmanın yapıla geldiği, bunların örgütlendiği kurumlar olmak gibi bir işlev üstlenebilir. Bellek sorununun temelinde yatan neden geçmişin izlerinde bulunabilir. Kuşkusuz bahsi geçen bu süreç hakkında üniversiteler öğrencilerini donatmakla, bu konuya ilişkin ipuçları vermekle sorumludur. Sorumlu da olmalıdır. O zaman üniversal eğitimin mutlaka fotoğrafın dünden bugüne tarihsel gelişimi ve bugün fotoğrafın geldiği aşamanın–fotoğrafın başlangıcıyla olan diyalektiğini kurması yönünde bir fonksiyonu olması gerektiğinin de altını çizmek gerekiyor.

Fakat, bu sadece üniversiteye yüklenecek bir sorumluluk olmamalıdır. Çünkü üniversite kadrolarının durumu apaçık bellidir, ulaşıp kullanabilecekleri donanım bellidir... Bundan dolayı, fotoğrafa gönül vermiş insanların işbirliği içerisinde çalışmaları gerekmektedir.

- Dünya çapında söz sahibi olacak bir Türk Fotoğraf Ekolünden bahsetmemiz sizce mümkün mü?

- Böyle bir ekol olduğunu zannetmiyorum. Bunun ardında yatan temel nedenin entelektüel birikim eksikliği olduğunu düşünüyorum. Diğer sanat disiplinleri ile kıyasladığında fotoğrafı hemen ayrı bir kulvara koymak mümkün. Fotoğraf malzemenin teknolojisine çokça bağlı bir disiplin, bu yüzden teknolojik gelişmeleri takip etmek insanda bir baş dönmesi hali yaratabiliyor.

Örneğin, benim için bu baş dönmesi süreci iki-üç yıl kadar sürdü. Bu süre içinde niçin fotoğraf çektiğim benim hiç düşünmediğim bir konuydu. Daha sonra, “Ben niçin fotoğraf çekiyorum?” sorusunu kendime sıkça sormaya başladım. Bu sorunun cevabı, bir süre sonra kafamda kendiliğinden şekillenmeye başladı. Fotoğrafı çekmeye, basmaya ve birilerine göstermeye karar verdiğim andan itibaren o fotoğrafların artık bu dünyaya bir şey katması gerektiğini düşündüğümü anladım.

Fotoğrafta ekol oluşturma düşüncesinin arkasında mutlaka dünya ile olan bir hesaplaşma olduğunu, olması gerektiğini düşünüyor ve bu hesaplaşmanın aynı zamanda mutlaka bir entelektüel arka planla desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Yani fotoğrafınız ne okuduğunuz, ne kadar çok gezdiğiniz, ne kadar çok film izlediğiniz, ne kadar çok sanatsal üretim gördüğünüzle çokça ilintili bir şey. Fotoğrafı sadece fotoğraftan beslenen bir öğe olarak ele aldığınız zaman, fotoğrafı sadece fotoğrafçılar arasındaki ilişki ile sınırlandırdığınız zaman, konuştuğunuz konular durumun doğası gereği; objektif diyaframları ya da makine modellerinden öteye gidemez.

Günümüzdeyse bu tartışmalar, dijital ve bilgisayar teknolojisinin yaşamımıza kattığı yeni kavramlar etrafında devam etmektedir. Doğal olarak böyle bir ortamda fotoğrafın bu dünya ile kurması gereken ilişki meselesi üzerinde ya hiç konuşma gereği duymazsınız ya da gerek duysanız bile camia içerisinde bu tür konuşmaların hiç yapılmadığını hayretle görürsünüz. Peki, bu sorunu nasıl tanımlayabiliriz?

Ben, 12 Eylül öncesi üniversite ortamına yetişebilmiş şanslı kişilerden biriyim. Benim kuşağım okuyan ve dünyaya dair sorular soran bir kuşaktı. Hatta soru sormakla kalmaz değişim için mücadele ederdi. Elbette 12 Eylül Harekatı aynı zamanda gençliğin bu dinamik ve değişimden yana olan yapısını çökertmeyi de hedeflemişti. Amaç soru sormayan, suskun bir gençlik yaratmaktı. Bunun için eğitimi öncelikli boy hedefi seçtiler. Düşünen, sorgulayan aydın bilim adamlarını hızla saf dışı bıraktılar. Kovuşturmalar, tutuklamalar ve gözdağıyla kültür ve sanat dünyasının aydınlık beyinli insanlarını susturdular. Toplumun her katında korkuyu egemen kıldılar. Okumayı suç unsuru ilan ettiler. Böylece başta genç nesiller olmak üzere tüm toplum katmanlarını depolitize etmeyi başardılar. Tüm bu gelişmeler elbette ki, sanat dünyamızı da derinden etkiledi. Korku ruhu kemirir. Bugün bakıldığında özellikle plastik sanatlar alanında bütün bu yaşananların derin izlerini gözlemlemek mümkün. Sanat tamamen toplum ve siyaset dışına itildi, sanatçı duyarlılığı sosyal ve siyasal reflekslerini kaybetti. Elbette ki ülkemiz fotoğraf sanatı da bu çöküşten payına düşeni aldı.

Diğer yandan önemli bulduğum diğer bir konu daha var. Fotoğraf diğer disiplinlerle kıyaslandığında teknolojisine çokça bağlı bir uğraş. Ayrıca fotoğraf çekmenin sadece deklanşöre basma eylemi olduğu yönündeki yaygın kanı da üstüne eklendiğinde ortaya şöyle bir tablo çıkıyor.

Fotoğraf alanında, diğer sanat disiplinlerinde hiçbir zaman görülmeyen enflasyonist bir talep artışı görülüyor. Herkeste sanki isterlerse yapılabilir'miş' gibi bir yanılsama yaratıyor. Elbette ortalıkta dolaşan pek çok üründe insanlarda bu tür bir yanılsamanın ortaya çıkmasına katkıda bulunuyor.

Biliyorsun, bizim fotoğraf camiamızda egemen olan anlayış güzel fotoğraf arayışıdır. İçerik ya hiç sorgulanmaz ya da biçimsel estetik arayışlarının dar sınırları içinde hapsedilmeye çalışılır. Biçimden anlaşılan ise daha çok temel kompozisyon kurallarıdır. Nesne estetiğinin adı bile anılmaz. Farklı içeriklerin farklı biçimsel arayışlara konu olabileceği nedense hiç akla getirilmez. Tıpkı empresyonistler gibi bir duyu varlığı olarak alımlanır dünya...

Bu nedenle düşünceden daha çok duyulara dayanır bizim fotoğraflarımız... Monetʼin bir baş lahana ile bir kadın başı arasında fark görmemesi gibi, ters ışıkta çekilmiş bir gökdelenle bir gece kondu arasında da bir fark görülmez. Burada ışık kutsanır... ve aynı ışık içeriği örter. Gökdelenle gecekonduyu aynı düzleme taşır. Işık sadece biçimsel bir estetik arayışına konu olabileceği gibi, aynı ışık içeriğin açığa çıkmasına ve güçlenmesine yardımı bir eleman olarak kullanılabilir.

Eugene Smithʼin cıva atığından zehirlenmiş çocuğunu kucağında taşıyan anne fotoğrafında ışık konunun dramatik yapısını öne çıkaran asli bir unsurdur. Ama hiç kimse Eugene Smithʼin bu fotoğrafı, ışığa bir güzelleme olarak çektiğini iddia edemez. Biçimin sınırlarında dolaşan aynı anlayış bir felaket fotoğrafına bakarken bile aklı fikri kompozisyonda, lekelerin düzenlenişindeki dengede, ışığın kullanımında takılı kalır. Ve hatta biraz yakınına giderseniz, “Ne mükemmel bir fotoğraf ama” diyen mırıldanışını da duymanız mümkündür.

İnanabiliyor musun?, bir üniversite hocası düşün ve “Fotoğrafçı olmak için ille de kitap okumak gerekmez” desin. Ama ne yazık ki, bu bir gerçek... Nitekim farklı disiplinlerle kıyaslandığında fotoğrafçılar arasında kitap okuma oranının çok düşük olduğu görülecektir. Hiç mi okumuyorlar? Tabi ki, okuyorlar... fakat bunlar daha ziyade teknik bilgi ve datalar oluyor. Kuramsal yazılar pek ilgi çekmiyor.

Fotoğraf dışındaki psikoloji, felsefe, sosyoloji, toplumbilim, v.b. alanlarında ise tam bir ölüm sessizliği hakim. Elbette istisnalar oluyor, ama bu küçük azınlığın genel tablo üzerinde pek bir etkisi olduğu söylenemez. Hatta kimilerince 'hafif çatlak' olarak bile anılıyor olabilirler.

Fakat, ne yalan söyleyeyim ilk fırsatta bende şöyle fiyakalı bir kart bastırmak istiyorum, hani üzerinde FOTOĞRAF SANATÇISI yazanlardan. Benim neyim eksik ki? Şimdi hal böyleyken, daha doğrusu ben tabloya baktığımda bu sonuçları çıkarırken, senin kalkıp “Türk Fotoğraf Ekolü diye bir ekolden söz edebilir miyiz?” diye sorman biraz abesle iştigal olmuyor mu?

- Çağdaş sanatta 70ʼlerle beraber yoğunlaşan bir fotoğraf kullanımı eğilimi var. Sanatçıların çeşitli gerekçelerle işlerinde fotoğrafı kullanmaları fotoğraf ve fotoğrafçının konumunu muğlaklaştırıyor mu? Bunun fotoğrafın bir disiplinden çok bir malzeme olarak algılanmasına sebep olacağını düşünüyor musunuz?

- Bunun fotoğrafın ilk bulunduğu yıllarda, ressamların yaşadığı korkudan farklı bir korku olduğunu düşünmüyorum. Ressamlar fotoğrafın çıkışıyla birlikte, nasıl mesleklerinin ellerinden alınması gibi bir tehditle karşı karşıya kaldılar ve bunun doğal paniğini yaşadılar ise kavramsal sanatın ortaya çıkışıyla birlikte, fotoğrafçılar arasında da benzer bir panik baş gösterdi.

Fotoğrafın farklı disiplinler arasında malzeme olarak çokça kullanılıyor olması ve fotoğrafı kullananların 'fotoğrafçı' kimlikleriyle değil de, 'sanatçı' kimlikleriyle piyasada boy göstermiş olmaları fotoğraf dünyasında: “Acaba fotoğraf elden mi gidiyor?” gibi bir korkuyu da beraberinde getirdi. Bu korkunun belli karşılıkları var. Bunlar kuşkusuz yersiz, boş, batıl inançlar değil... tarihin tekerleği döndükçe taşların mutlaka fotoğraf ve fotoğrafçılar adına yerli yerine oturacağı kanısındayım.

Kavramsal sanatta, fotoğrafın gerek bir dolgu malzemesi gerekse kendisinin bir bütün olarak anlatım öğesi oluşturmak için kullanılması gibi iki farklı kullanım metodu görmekteyiz. Genellikle fotoğrafı kullanma eğilimi içerisinde olan kişiler gözlenmektedir ki, fotoğrafın anlatım diline dair hemen hiç bir şey bilmemekteler ya da bildiklerini izleyenlere aktaramamaktadırlar.

Sanatçıların ekseriyetle yapmaya çalıştıkları şey, fotoğrafı kafalarındaki var olan fikri ifade etmekte sadece bir araç ya da taşıyıcı olarak kullanmakla sınırlı. Fakat bu fotoğrafın sığ bir malzeme olmasıyla ilgili değildir.

Fotoğrafın kendisinin bu tip kullanılmasından kaygı duymaması için yeterli nedenleri var. Fotoğraf, tek başına dört köşeyle sınırlanmış haliyle bile kendini çok rahatlıkla ifade edebilecek tarihsel bir geçmişe ve dilsel özelliklere sahiptir. 

Fotoğrafın bir dil, bir anlatım biçimi olduğunu kabul eden insanlar açısından çağdaş sanatta fotoğraf kullanılmasının ürkütücü herhangi bir yönü yoktur, fakat eninde sonunda, fotoğrafın dilsel özelliklerini anlayamamış, bu konuya kafa yormamış insanlar açısından bu durum, meslekleri yada uğraşı alanlarının bir anda ayaklarının altından kaydığı gibi bir izlenim edinmelerine sebep olacaktır.

- Hepimizin de bildiği üzere, Türkiyeʼde hatırı sayılır bir fotoğraf eleştirisi geleneği yok. Bunu ne gibi sebeplere bağlıyorsunuz? Kafanızda idealize ettiğiniz fotoğraf eleştirmeni ne gibi özelliklere sahip?

- Türkiyeʼdeki fotoğraf camiasının küçük olması, bu camia içinde iş üretenlerin sayılarının oldukça sınırlı olması, bu sınırlı sayıdaki insanların yaptıkları işlerin, bir bağlamda birbirine yakın işler olması yüzünden, camiamız içindeki insanlar birbirlerinin yaptıkları işleri değerlendirirken, daha çok onaylamak, teşvik etmek ve belki sadece harcanan emeğe saygı göstermek eğiliminden öteye gidemediler. 

Bunun dışında gerçekleşen burun kıvırma eylemleri 'eleştiri disiplini' adı altında üretilen yazılarla değil de, kapı arkasındaki kulislerde sözlü olarak dile getirildi. Camiadakiler en fazla yapılan işleri dolaylı imalarla beğenmediklerini ifade edebildi. Durum böyle olunca da bir eleştiri geleneği oluşturulamadı.

Fotoğraf camiamızın ileri gelenleri, fotoğrafın sadece görsel ve estetik boyutuyla değil, aynı zamanda düşünsel boyutuyla ilgilenselerdi, fotoğrafla ilgili birikimlerini farklı disiplinlerden, kaynaklardan beslenerek geliştirmiş olsalardı. O zaman, bu tablo çok daha olumlu olabilirdi. Fakat bu olmadı.

İdeal fotoğraf eleştirmeninin sahip olması gerektiğine inandığım kriterlere gelince, öncelikle ideal bir fotoğraf eleştirmeninin fotoğraf eğitimi almış olmasının, yani malzemenin diline dair teknik meseleleri biliyor olmasının çok önemi olduğunun altını çizmem gerekir. Bunun dışında ideal fotoğraf eleştirmeninin Türkiye ve dünyadaki fotoğraf kültür ve geçmişi konusunda mutlaka ciddi bir birikim sahibi olması gerekiyor.

Fotoğraf çekiyor olup olmamasını çokça önemsemiyorum. Fakat çekiyor olmasının, çekme eyleminin doğasını da tanıyor, yaşıyor olmasının önemli bir artı olacağını söyleyebilirim. Tabi mutlaka ciddi bir entelektüel birikime de sahip olması gereklidir diye düşünüyorum.

- Süreyya Dernek ile gerçekleştirdiğiniz “BİZ” projesi hangi koşullar altında şekillendi? Projeye başlarken amacınız neydi? Hedefinize ulaşabildiniz mi?

- Mezuniyet için proje konularımızı seçtiğimiz süreç içerisinde, arkadaşlarla aramızda fikir teatilerinde bulunurken, benim yapmayı tasarladığım projeyi sesli bir şekilde düşünmem, Süreyyaʼnın da “Böyle bir proje içinde bende olmak isterim” şeklindeki bir ifadesi yollarımızı aynı noktada kesiştirdi. Süreyya ile kurduğumuz bu ilişki projenin, nihayetinde bir fotoğraf albümüyle sonlanmasını sağladı.

Bu projenin ortaya çıkmasına sebebiyet veren temel etken; benim sürekli insan kaynaklı bir meselem olması... bunun ardında almış olduğum siyasal bilimler eğitiminin, 12 Eylül öncesinde başlayıp sonra devam eden sol söylemimin, bende bıraktığı tortu ve izleri yatıyor. Öyle bir proje yapmalıydım ki; hayatın içerisinde soluk alan insanı bir biçimde ifade etmeliydi. Kafamda sürekli “Bu nasıl olabilir" meselesi vardı. Sürekli bu konuda üretilmiş işleri tarıyordum.

O dönemde işlerinden etkilendiğim bazı fotoğrafçılar vardı. Bunların başında August Sander geliyordu. Diane Arbusʼun özellikle insan öğesini yabancılaştıran, insanın içindeki, derindeki yüzeyleri kazımaya dönük olan o fotoğrafları beni bu süreçte hep çok etkiledi. Bunu yanı sıra, Richard Avedonʼun görme fırsatını bulabildiğim çalışmalarının bir bölümü ve ölümsüz ve derinden etkileyici Kızılderili fotoğraflarıyla Edward Curtisʼde beni etkileyen diğer fotoğrafçılar oldular.

Nihayetinde, 1998 yılının Ekim ayına gelindiğinde projeye başladık. Çekimler 2002 yılının ilk ayına kadarda sürdü. Projemiz sürecinde, fon meselesi bizim için önemli bir husustu. Alternatif malzemeler üzerinde araştırma ve denemeler yaptık. Küçük ama ince detaylar söz konusuydu. Fonun konstrüksiyonuna malzemeyi germe kararını verirken, kentte yaşayan insanın içinde bulunduğu gerilime bir gönderme yapmak istedik. Keza ahşap malzemenin gün geçtikçe eskimesi de proje sürecinin kronolojisini takip edebilmek için bir rehber niteliğindeydi.

Temelde yaşadığımız dünyadaki güçler, farklılığı bir ayrılık olarak, başkalığı bir çatışma nedeni olarak bizlere sunmakta. Bizse farklılığın aslında bir zenginlik olduğunu düşünüyorduk. "Farklı giyim-kuşama, duruşa sahip, farklı sosyal sınıflardan, değişik hikayelere sahip bu insanların üzerilerindeki katmanları, kabukları tek tek soyarsak geriye ne kalır?" diye bir sorudan yola çıkmıştık. Biz geriye sadece insanın kalacağını düşündük.

Çekim aşaması 3 yıl sürdü. Tüm zorluklarına rağmen fotoğraf yaşantımın bu güne kadar ki en keyifli dönemiydi. Kitap haline dönüştürme aşaması ise tam bir felaket oldu. Ne yazık ki, hayalimizdeki kitabı gerçekleştiremedik. Sergi ise yapılamadı. 2006 yılı bitmeden bu çalışmanın sergilenmesi için çalışıyoruz.

- Michel Foucaultʼya yapılan sosyal-arkeolog yakıştırmasını hatırlayarak, projenizin bir çeşit foto-sosyal arkeoloji çalışması olduğunu söyleyebilir miyiz?

- Tabi ki, albümün fotoğrafçılardan ziyade antropolog, sosyolog ve psikologlar tarafından rağbet gördüğü düşünülecek olursa, bu yakıştırmanın doğru olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

- Son olarak, üzerinde çalıştığınız herhangi bir yeni proje ya da projeleriniz var mı?

- Şu sıralar Say yayınlarından çıkacak olan 'Siyah-Beyaz Negatif' isimli kitabımın son hazırlıkları ile ilgileniyorum. ilgili kitabım ile ilgili son hazırlıklarla ilgileniyorum. Yakın bir gelecekte fotoğraf severler kitabı kitapçılardan temin edebilecekler.

'Hakkari Hatırası' adlı projemin İstanbulʼda sergilenmesi için çalışmalarım sürüyor.

Diğer yandan, birkaç yıldır üzerinde çalıştığım kent ve insan kavramlarını tartışan bir diğer proje için fotoğraf biriktirmeye devam ediyorum.

Ayrıca 'Siyah Beyaz Baskı' adlı çalışmamı kitap formatına dönüştürdükten sonra kısmet olursa iki farklı proje üzerinde daha çalışmayı planlıyorum. 'Cezaevi' ve 'Aile'

- Bize vaktinizi ayırarak sorduğumuz sorulara cesur cevaplar verdiğiniz için Gölge Fanzin adına size teşekkür ederim.

- Ben teşekkür ederim. Ayrıca gösterdiğiniz çabayı oldukça anlamlı buluyorum. Size uzun ve bol tirajlı bir yayın hayatı diliyorum. Belki bir gün derginize 'Gergin ve Gözü Yaşlı Karga' rumuzuyla bir yazı bile gönderirim, kim bilir?
2005-04-03


Yorumlar