GÜNCE: BİR FOTOĞRAFÇININ GÜNLÜĞÜNDEN - 5

©Mirko Rastic - Ushikawa/Haruki Murakami, 1Q84

Geçtiğimiz günlerden birinde S. (fotoğrafçı olan bir arkadaşım) ile birlikte Beyoğlu'nda gece gezmesine çıktık. Keşke çıkmaz olaydık! Mekânlar her zaman olduğu gibi hınca hınç dolu, oturacak, iğne atılsa düşecek yer yok. Girdiğimiz ortamlardan birisinde sonradan bizim okulda halen öğrenci olduğunu öğrendiğim- bir grupla rastlaştık. Sağ olsunlar bizi yanlarına davet ettiler, oturduk. Laf lafı açtı. Muhabbet kendi çapında koyulaştı. Bu arada S., bir vesileyle onlara benim Gölge Fanzin'den I.İ.K olduğumu söylemiş. Bunun üzerine muhabbetin ana ekseni derhal fotoğrafa doğru kaymaya yüz tuttu. Gruptaki arkadaşlardan birisiyle birbirimize daha yakın oturduğumuzdan ötürü, daha çok konuşur olduk. Tabi ortam aşırı derecede gürültülü, bundan ötürü de konum olarak birbirine en yakın kişilerin muhabbeti koyultmaları da durum icabı... Yoksa muhabbet beni pek sarmış değil...

Neyse, bu arkadaş başladı meramını, hatta meramlarını sıralamaya, mevzularını anlatmaya, bana bir takım sorular sordu. Bende elimden geldiği, dilimin döndüğünce cevaplamaya çalıştım. Öğrenci olan herkes gibi o da akademideki ortamdan şikâyetçiydi. Kimi serzenişleri yerinde, kimisi abartılı olsa da ufaktan konuştuk, tartıştık.

Bir ara bana herhangi bir proje üzerinde çalışıp çalışmadığımı sordu. Kimi sadece fikir aşamasında kimisiyse hayata geçmekte olan projelerim olduğunu söyledim. Ortak bir şeyler yapmaktan bahsetti. Bende bir fotoğrafçı olarak çekim süreci ortak projelerden haz etmediğimi söyledim. Bu yorumum onu pek tatmin etmemiş olacak ki, ilerleyen zaman zarfında da birkaç kez bu talebini tekrarladı.

İlerde 'Savaş Fotoğrafçısı' olmak istediğini söyledi. Heyecanla bunun nedenlerini ve izlediği yolu anlattı. Dikkatle dinledim. (Düzeltiyorum ortamın elverdiği kadar..) Alkolün dozajı az biraz kaçınca, beni iyiden iyiye esir etmeye başladı. Gerçi durumu hoşgörü ile karşıladım. Ne de olsa tıfıllık zamanında bizimde aynı haltı, birde Economopoulos'a karşı etmişliğimiz vardır. Halinden anlıyordum. En sonunda paraları suyunu iyice çekip, cebinde sadece yol parası kalınca kendi hesabını ödeyip, gitti. O kafaya rağmen de telefon numarası alış-verişi yapmayı da ihmal etmedi. Not: Şu ana kadar herhangi bir iletişim kurmuş değiliz.

Ardından geri kalan tayfayla sohbet devam etti. Önce grubun içindeki bir arkadaş, varan-1 hesaaabı giden diğer arkadaş için, "Haybecinin tekidir", dedi. "Bölümden şikâyet ettiğine bakma. Hocalara garibanım ayağına yapışır, sürekli bir şekilde nemalanır. Sana en çok şikâyet ettiği öğretim görevlilerinin başlıca yağdanlığıdır", "Sevmediğini söyledikleri de bunun yemini yutmayıp, ne halt olduğuna uyananlar” İçimden epey bir sesli! güldüm. Söyledikleri doğru olabilir, bilemiyorum... Benim zamanında da bölümde bu 'profil'e uyan yığınla model vardı. Herhalde onların mirasına sahip çıkan yeni birileri illa ki oluyordur. Fakat bu arkadaş nasıl oldu da bana anlattıklarını o süpersonik kulaklarıyla duydu orasını anlayamadım. Not: Sonradan bu arkadaşın arkasından çekiştirdiği diğer arkadaşın bölümü birincilikle bitirip, mezun olduğunu öğrendim. Hak ederek olduysa tebrik ederim.

Bu arada elden ele bir fotoğraf makinesi dolaşıyor. Bayağı bir DSLR... Hatıra fotoğraflar çekiliyor şakada şukada... Bende ayar olurum böyle şeylere, mermiyi boşa atan silahşor görülmüş mü kardeşim? Ayrıca ben fotoğrafımın çekilmesinden de pek hoşlaşmayan herifin tekiyim.

Grubun içerisindeki yegâne hatunsa acayip biçimde matize bağlamış, bir de başlamaz mı esip-gürlemeye... Bana hiç vakit yitirmeksizin hesapta sordu. "Neden bunu bunu yazmıyorsunuz” diye... Kısacası tipik bir "Nerde bu millet? Nerde bu devlet?" olayı yaşadım.

"Neden, şahsen ya da bir grup olarak tüm bu şikâyetleri kaleme almıyorsunuz?, Alternatif öneriler üretmiyorsunuz?” diye sordum. Önce koca bir "Es" verdi. Ardından da "Olur" dedi. "Eğer bir kaygınız varsa, rumuz kullanarak yazın, sonra bir sorunla karşılaşmayın”, diye de tembihledim. Bunları diyordum demesine de, bu kafayla ertesi gün konuşmamızdan tek bir kelime dahi hatırlamayacağını da emindim. Buna rağmen de yazdıkları yazıyı e-posta ile gönderdiklerinde, değerlendireceğimizi, uygunsa yayınlayacağımızı söyledim. Oraları duydu mu bilemiyorum. Erkek arkadaşı olduğunu sandığım kişinin yardımıyla masadan kalktılar. Hesabı ödemek üzere beraberce kasaya doğru seğirttik. Önceliği onlara tanıdık. Hani biz 1-2 tek attık. Bunlar yolunu almış, hedefe varmışlar. Bir an önce hesaplarını ödeyip, evlerine yollasınlar. Tanımaz olaydık. Bir hesap kitap yaptılar. Ardından da doğru bildikleri ödemeyi... Sıra geldi mi bize... Ahanda... Bizim hesap rahmetli Firdevs Babaannemin dediği gibi 'bacak kadar2 çıkmaz mı? Bacak ki ne bacak!.. Adriana Karambeu'nunkiler hesabı... Ayarın kralı olmuşum. İşletmenin olayda şuçu yok, yok olmasına ama adamlarda bu işin kurdu, bizim kadar kısa sürede masada oturan hiç kimse -rakı şişesindeki balıkta dâhil- o kadar birayı imkânı yok içemez bilirler. Ama aptala yatarak parayı bizden tahsil etmek istediler.

Aynen sarıldım telefona, "Ne ayak?” diye sordular. Dedim "Polisi arıyorum. Gelsinler çözsünler bu Gordion Düğümü'nü...” Baktım benim blöfü yiyen yok. Fakat yine de ısrarla aramayı sürdürdüm. Yanımdaki arkadaş, "Abi, boş ver uzatma. Ben parayı ödeyeyim, ne de olsa bu durumu başına ben açtım" dedi. Önce itiraz edecek oldum. Ardından uzatmamaya karar verdim. Netice de beraberce, bize kakalanan hesabı ödeyerek mekândan ayrıldık. Ama bu da bize iyi bir ders oldu. Bir daha mı? Ben almayalım. Vakadan Çıkan Ders: İçkili ortamlarda din, siyaset ve FOTOĞRAF konuşulmayacak. Koftiden anarşist ve alkollü fotoğraf bölümü öğrencilerinin oturduğu masaya kesinlikle dâhil olunmayacak.

Perşembe ya da Cuma günü gittiğim (Eylül'ün 3.haftası olabilir), taksici Şevket Şahintaş'ın fotoğraf sergisi, 'Gece'nin Öteki Yüzü' vasat altı - vasat (cinq points et demi) arası bir sergiydi. Sergi, bir vakit Milliyet Gazetesi'nin internet edisyonuna, ana sayfadan afili bir girişte yaptı. Ayrıca Şahintaş'ı halen süregelen bu projesini 'Kültür Bakanlığı' ve 'Avrupa Birliği' desteklemekteymiş. "Bunca fotoğrafçı, bunca fotoğraf projesi varken, neden bu proje?”, diye insan kendi kendine soruyor. "Anlaşılır gibi değil!” Tabi "Anlaşılır gibi değil” lafın gelişi. Yoksa her şey basbayağı ortada, açık... Sıradan bir karakteri, ondan beklenenin dışında ilginç bir işle iştigal ederken, gündeme taşımak tipik bir rating alma yaklaşımı... İnsanları, "Bak o da tıpkı senin gibi sıradan bir kişi ama o başarmış (gerçi neyi?), senin neyin eksik sen neden başarmayasın", diye gazlamak, onlara bir üst kimlik (fotoğraf sanatçısı) vaat etmek, gayet klasik bir pazarlama taktiğidir. Amaç ortaya konulan ve "meta" niteliği taşıyan “ürün”ün daha geniş kitlelerce tüketilmesi... Şahintaş'ın hikâyesi bu bakışla bayağı renkli... Bir süre iş yapar. Ahada! Şuraya yazıyorum ve alter egomu benimle iddiaya girmeye davet ediyorum. Andy Warhol'un 15 dakikalık şöhret konseptinden nasiplenesiye kadar, medya Şahintaş'ı kullanıp, sonra da bir kenara atacak. Şahintaş, bir başka fotoğraf projesiyle de bir daha gündeme gelmeyecek. Not: Baskılardaki görsel kalite çalışma şartlarından kaynaklı düşüktü. Doğal karşılıyorum. Ayrıca, tinerci, travestileri ve sokağı mesken edinmiş insanları konu olarak ele almış olan daha kaliteli fotoğrafçılar var. Örnekler: Tolga Sezgin, Coşkun Aşar, Fatih Pınar, vb.leri...

Sergiden aklımda bir tek fotoğraf kaldı. Duvara yaslanmış, bir eli ağzında, diğeri belinde ben diyeyim bir kadın, sen de bir travestinin D'agataish fotoğrafı... Teknik anlamdaki handikaptan ortaya çıkan netsizlik, fotoğrafa muğlâk bir atmosfer katmış. Fotoğraftaki kişiyi "meçhule mahkûm ederken”, bana da bu ve benzeri insanların geleceklerinin bilinmezliğini trajik bir şekilde düşündürdü. Tabi bu tamamen kişisel bir okuma hatta tamamen hikâye... Koca projeyi kurtarır mı? Bilemem. Fotoğraflar, flaşlı bir makineyle yapılmış çekimlerden oluşuyor. Geceleri sokağın mutlak efendisi olan berduşlar, hayat kadınları, tinerciler, travestiler projenin konusunu oluşturuyor. Durum böyle olunca; içsel fotoğrafik bir güdüsü olmadığı işlerinin her halinden belli Şahintaş deklanşöre asılıyor. Gerisini konusunun, modellerinin eksantrikliğine bırakıyor. Sonradan Eklenen Not: 13 Ekim'e kadar, Pazar ve Pazartesi hariç, saat: 12.00-19.00 arası sergi gezilebilir. Adres: Suriye Pasajı, 4.Kat, İstiklal Cad. 348/4 Tünel, Beyoğlu Not 2: Bahsi geçen fotoğraf sonra günlüğe eklenecek.

©Şevket Şahintaş

Basına yansıyana bakılacak olursa, sergi gelirinin yarısı Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ne bağışlanacakmış. Neden tamami değil de yarısı? Hani Şahintaş'ın tek amacı sokaklarda yaşayan insanların varlığını, yardım edecek tüm mecralara hatırlatmaktı. (özellikle de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne basın bülteninde yer alan bu ifade bana kalırsa serginin menzilini de ortaya koyuyor. Ulusal ölçekli dahi öngörülmemiş olmalı ki, burada İstanbul Büyükşehir Belediyesine özel göndermede bulunulmuş.) Sevgili Şahintaş, gerçekten gayen buysa o zaman gönülden fedakârlık edeceksin. Madden, manen kendini bu olaya vakfedeceksin. Sonra yarım gönülle yaptığın aş, yavan olur. Kimse yemez... Anladın sen onu!..

Geçen Çarşamba günü saat 14.15'te (30 Eylül), Serkan Taycan'ın "Memleket" sergisi için Galeri Elipsis'e gittim. Kapı duvar... "Karanlıkta, kuytuda sıkıştırılmış hatun çığlığı” temalı ziline 1-2 bastım. Ama nafile... Açan yok! Fakat bu zilin duyulmaması diye de bir şey yok. Kendi kendime "Herhalde birisine sanat yatırımcılığı ya da koleksiyonerlik konusunda danışmalık hizmeti veriyorlar. Rahatsız etmeyeyim" dedim. Hatırlıyorum, Editions-I sergisine gittiğimde de bir garip vaka yaşamıştım. Artık her ne sıfatla galeri de bulunuyorsa; bir hanım (Acaba kendisi Sinem Yörük müydü?) yüzünden düşen bin parça, kapıyı açmıştı. Sanırsam o günlerde İşleri kesattı. Kapıdan girer girmez elime bir ya da birkaç A4 tutuşturmaya kalktı. Bu sırada da, "Burada fotoğraflar hakkındaki bilgiler yer alıyor.” demişti. Teşekkür edip, teklifini geri çevirince de, aynen galerinin en köşe bucağındaki ofisine giderek ortadan kayboldu. Benle de bir daha da muhatap bile olmadı. Potansiyel müşteri profiline aykırı olsam gerek...

"Memleket" adlı sergiye gitmeden önce proje hakkında, Serdar Darendeliler - Ahmet Süner'in ortaklaşa kaleme aldıkları bir yazı okuduğumu hatırlıyorum. Oldukça heyecanlanmıştım. Acaba "sahi”, “harbi”, “naif” bir proje mi bekliyordu diye düşünmüştüm. Not: Palavradan insan ölseydi yeryüzünde kaç kişi kalırdı acep?

©Serkan Taycan

"Memleket"in özelikle peyzajları, dekoratif unsur olarak rengi ile uyumlu duvarlara çok yakışır. O duvarlarda cemiyet dedikodularının sessiz şahidi olarak yaşamını sürdürürler. Telaşa mahal yok! Çünkü bolca satarlar. Not: Genellikle pide ve lahmacun salonlarında bulunan, Uzungöl görseli, Türkiye'de peyzaj fotoğrafçılığının zirvesidir. Unutma bir kenara not et! Unutturma!..

Bir Zamanlar Uzungöl,Çaykara

Taycan, -yazılanların aksine- portrelerde bir fotoğrafçı olarak basbayağı da "ötekine” bakıyordu. Demek ki insan üniversiteye başlayıncaya kadar dönem dönem yaşadığı topraklara, kısa sürede bu kadar İstanbullulaşabiliyor. Taycan Kardeş! Sende mi kendini doğuya giden trende, batıya doğru kompartimandan kompartimana geçerek, batılılaştığını sananlardan oldun? Orhan Yayla'nın "Sıcak Işık” projesindeki portreler ne kadar cansa, sıcacıksa... Fotoğrafçı vizörden bir diğerine değil de, adeta kendi yüreğine bakıyormuşçasınaysa, Taycan'ın portreleri bana bir o kadar uzak ve buz gibi geldi. Adeta şöyle bir sessiz çığlık atmaktalar: "Biz bu memleketin dışlanan, ezilen falancalı vatandaşlarıyız! Yok mu bize uzanacak ecnebi bir yardım eli? Bu devletten bize hayır yok" 2 dakikada amma da yazdım ha!

Tabi ki sergi hakkında yazılan metinden bağımsız olarak fotoğrafçı böylesi bir durum yaratmanın peşindeydiyse, o vakit portreler 10 numara olmuş! Tespitin Ana Düşüncesi: Fotoğrafçı baktığına Fransızlaşmış. Dolayısıyla sergi tam hayırseverlerin yaşadığı Fransa'da sergilemelik olmuş. Aaa... aaa! İnanır mısın sergilenmişte kız... Şahsi nazarımda zaten bir türlü kendine bir stil tutturamayıp ta, sürekli tribünlere oynayan Taycan; Elipsis'in himayesine girerek sanat'ı senet haline getirenlerin, meta üreticisi olmuştur. Baskılar gayet kaliteliydi. Galeri Elipsis-Atelier Elipsis-Chromocopy (Aile şirketi hesabııı!..) üçgeninde bunun aksi de olmasın, daha da neler yok artık!...

One Shot İstanbul Fotoğraf Sergisinin Afişi

Gelelim One Shot Istanbul'a... Proje, yüzeysel olarak ele alındığında göze hoş geliyor. Tekil kaliteli portreler içeriyor. Sıcak keyifli, empatik portreler... Fakat perde arkasında proje ciddi ölçüde oryantalist bir bakış açısına sahip, sanıldığı gibi de masumane değil. Ey ahali! www.alexberg.com adresindeki projeler bölümünde yer alan, One Shot New York, Pekin ve İstanbul portfolyolarını bir incele. Sonrada kendine sor. Berg, neden NY ve Pekin portrelerinde insanların kılık-kıyafet, aksesuar vb. kullanarak “doğulu” ya da "batılı" bir duruş vurgusu yapmamışta İstanbul'da yapmış? Abartıyor muyum? Hadi canım sizde...

Serginin basın bülteninde, serinin her resmi sadece tek bir film, tek bir an, tek bir çekim kullanılarak oluşturuluyor diyerek, projeye biriciklik payesi verilip sağ gösterilirken, Bergcan'ın sol vuruşu, neyin peşinde olduğunu gözden kaçırmamıza sebep olmuş. Amma benden kaçmaz... Milliyete verdiği röportajda; fotoğrafçı İstanbul'un hem batıyı hem de doğuyu barındıran çok kültürlü bir yer olmasından dolayı ilgisini çektiğini söylemiş. Bu “çok kültürlülük” fotoğraflara ne kadar yansımış? Tutun ki metroda yansımış, resmi sitesindeki manzaranın açıklaması nedir? Dünya bu adamı Taksim Sergisinden mi? Sitesinden mi takip eder?

Fakat bu projenin pazarlaması gayet kıyak yapılmış. Sergi, Taksim Metrosu Yürüyen Bantlar Katında, GAP İstinye Park ve Bağdat Caddesi mağazalarında sergileniyor. Daha önceki New York ayağıysa, Whitney Müzesine fon bulmak amacıyla Madison Avenue'daki DKNY'de gerçekleştirilen kişisel sergide gösterilmiş. GAP, DKNY... Global kıyak firmalar... Berg'in hangi akla hizmet ettiği, çalışmalarını teşhir etmek için taşıdığı platformlarda adeta alenen zuhur etmiş. Sponsorluğa ve mesenliğe karşı değilim. Fakat bu başka bir şey... Arife tarif gerekmez. Uzatmıyorum.

One Shot İstanbul, benim aklımda daha çok yürüyen bantta yan yana durup, fotoğraflara bakan iki doğulu gencin arasında geçen şu diyalogla kalacak.

Genç 1: Ulan hep birbirlerini biiiiiiipenleri koymuşlar.
Genç 2: He valla!
Genç 1: De mi?
Genç 2: He!

İlgilenenler İçin Sonradan Eklenen Not: Sergi, 17 Eylül - 25 Ekim 2009 tarihleri arasında, Taksim Metrosu, Yürüyen Bantlar Katında

Metro'da yine bir fotoğraf yarışmasının bir şeysi vardı. Detaylarla kendimi yoramadım. Sergi demeye dilim varmıyor. Fakat rezil ötesi bir şey... Anlaşılan bu böyle olmayacak. Bir musibet bir nasihate bedelmiş. Ben iyisi mi satırlarca metin yazmak, anlatmak, eleştirmek yerine müsait bir vaktimde bir sergi projesi hazırlayıp, insanların ufkunu açayım. Sevaptır. Hayda bre!..

Yorumlar