RÖPORTAJ: "TÜRKİYEDEKİ FOTOĞRAF TOPLULUĞU ELEŞTİRMEYE VE ELEŞTİRİLMEYE MÜSAİT BİR TOPLULUK DEĞİL!..


15 yıl gibi uzunca bir aranın ardından, Semih Altan Kırmemiş, Cenk Mirat Pekcanattı ile kurucusu olduğu Gölge Fanzin, fotoğrafçılık, eleştiri kültürü, change.org'da açtığı, Ara Güler, Sabit Kalfagil ve Fotoİstanbul imza kampanyaları üzerine söyleşiyor. Bu söyleşi 10 May 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
...ve elbette Fotografhane (reload) devam ediyor...



Ara Güler - 11:35
Sabit Kalfagil - 16:48
Fotoİstanbul - 22:00

Semih Altan Kırmemiş (Fotografhane Reload): Cenk, Hoş geldin!

Cenk Mirat Pekcanattı: Hoş bulduk!

S.A.K: Nasılsın görüşmeyeli?

C.M.P: Görüşmeyeli derken, epeyce olmuş. Çok şey oldu. Arada iyi olduk. Kötü olduk. Vasat olduk... Eh işte! idare ediyoruz. Sen nasılsın?

S.A.K: Bende iyiyim. Bahsettiğin sürecin içinden aşağı yukarı bende geçtim. Biz en son aramızda kamera varken görüşeli, yaklaşık 15 yıl olmuş. Hatta sanırım yine bu mevsimler... bu aylarda... tam takvime bakmadın.

C.M.P: İlkbahar-yaz arasıydı sanırım. Bende öyle anımsıyorum.

S.A.K: Senin tişörte... terliğe bakarsak, biraz Haziran-Temmuz gibi sanki... uzun zaman olmuş.

C.M.P: Olmuş... ne olmuş?

S.A.K: Evet. Olmuş ve ne olmuş? Onu merak ediyorum aslında. Ben Gölge Fanzin’i keşfetmiştim. Hatta ben aslında sizin... senin gölgen ile röportaj yapmak istemiştim. Ama ilginç bir tip karşıma çıkınca çekeyim istemiştim.

C.M.P: Eyvallah!

S.A.K: Aslında fotoğraf dünyasına eleştiri ekseninde bir yaklaşımla kurulmuş bir fanzin anlatmıştın bana. Çok uzun zaman geçti. Sen onlarca sayı çıkardın. Merak ediyorum. Özellikle fotoğraf camiasında bir takım yakındığın durumlar, konular ve eğilimler vardı. Onlarla ilgili ne değişti? Nerelere geldi? Gölge Fanzin’in bazı konuları bir yerlere getirebildiğini düşünüyor musun?


"Türkiye'deki fotoğraf topluluğu eleştirmeye ve eleştirilmeye müsaitim bir topluluk değil..."

C.M.P: Yani... ana hatlarıyla ve bir cümleyle durumu özetlersek; işler daha da ‘beterleşti’. İfademin hiçte pesimist değil, gayet realist olduğunu belirterek bunu söylemek istiyorum. Şimdi... eleştiri zaten... hakikaten... kültürel seviye belirli bir raddenin üzerinde olmadıktan sonra toplum içerisinde bir nevi hakaret gibi... yani sadece tenkit kısmı ile algılanır. Oysa eleştiri esasında müspet-menfi anlamdadır. Bir şeyin etraflıca analizi gibidir. İster yazılı.. ister şifahi olarak karşındaki insanla bir şeyin doğru yanları kadar, yanlış yanlarını da eş zamanlı olarak paylaşırsın.

Dostane ilişkilerde kayıt dışı konuşulduğu için... hatta daha net... daha agresif de girebilirsin. Umuma açık alanlarda dilin daha yumuşaktır. Kalemin daha uysaldır... falan filan. Hangi yol ve yöntemle yaparsanız yapın, bahsettim o kültürel seviye meselesi eğer gerekli seviyede değilse, o zaman zaten mevzu direkt tenkit olarak algılanır. Muhatabı, Ya! benim hakkımda hep kötü konuşuyor. Kötü düşünüyor gibisinden bir düşünce yapısına sahiptir.

2000'li yılların... ne oluyor işte? ilk on yılının yarısı... 2005-2006 gibi... gerek sergilerle... gerek işte eğitim merkezleriyle... hızlı bir fotoğraf üretimi ve paylaşımı söz konusuyken, bir diğer paylaşım mecrası olarak internette yavaş yavaş devreye girmeye başlamıştı. Bazı fotoğraf paylaşımı siteleri vardı. Bu ortamlarda şu gözlemleniyordu. Yani evet, bir sürü iş ortaya konuyordu. Lakin bunları usturuplu bir şekilde analiz edip, eleştirecek insan sayısı bir elin parmakları kadar dahi değildi. Zaten her şeyden önce bu mangal gibi yürek istiyordu. Ancak ve ancak grup kavgaları söz konusu olduğunda taraflar birbirlerini tenkit ediyordu. İşte eleştiriden bahsederken tenkit ediyordu. Hep altını bu yüzden çiziyorum. Bizler bunu eleştiri zannediyorduk. Yavaş yavaş böyle bir kültür oturmaya yüz tutmuştu. Tabii ki bunun yaratmış olduğu rahatsızlık sadece benim rahatsızlığım değildi. Dört kişi olarak bir fotoğraf grubu kurmuştuk. Bu kadro Gölge Fanzin’i oluşturmuştu.

Kafamızda bu dert, oturup konuştuğumuz da, "Yahu işte böyle oluyor, şöyle oluyor" diye... diye baktık aynı noktalara dem vuruyoruz. Madem hepimizin ortak paydada birleştiği böyle bir mesele var. Bunun için bir şey yapmak lazım dedik. "Peki, ne yapmak lazım?" Tırnak içerisinde bizim idealize ettiğimiz eleştiri her neyse, bu eleştiriyi yazmak ve ortaya koymak lazım. Malum; “Söz uçar, yazı kalır.” Eee! bunları da bir format içinde toplayalım. Bunun içinde ne yapalım? İşte fanzin yapalım, dedik. Türkçedeki fanatik dergi mânâsına gelen bu yayın formatını ‘fotoğraf’ temalı olarak, dünyadaki ilk ve tek olarak o zaman biz ortaya koyduk. Bizim yaptığımız eleştirileri, eleştire eleştire insanlar yavaş yavaş eleştiri kültürü diye bir şey olduğunun farkına varmaya başladı. Hoş! ben burada bu cümleyi iyimser bir şekilde kuruyorum. Bizi tenkit ede... ede insanlar yüksek sesle bazı şeyleri konuşur oldular.

Çünkü normalde şöyle bir eğilim vardır. (abartılı bir kompliman eğilimi içerisinde) “Ay! harika sergi yapmışsın monşer. Şahanesin!” (fısıldayarak tenkit ederek) “Ay! siyahlar doymamış.”, tadında... İşte o zamanlar böyle bir tenkit mekanizması vardı. Tabi bulmuşlar bizim gibi garibanları... vurun abalıya tadında Gölge Fanzin’e saydırıyorlardı. Çok ciddi badireler de atlattık. Sonu küskünlüklere varacak kadar da bir takım meseleler söz konusu oldu. Şimdi durum günümüzde ne hale geldi? Vallahi açıkçası benim en son yazdığım eleştiri, herhalde Orhan Pamuk’unTuruncu’suna dairdir. Ben açıkçası kendimi üst ligde gördüğüm için değil, ama bunun taraflara bir faydası olmadığı için eleştirimin eleştirisine dair görüşler ortaya atıldığında polemiklere hiç girmiyorum. Bakıyorum ama... takip ediyorum. Benim yazdığım bir şey yüzünden iki taraf tartışıyor. İşte biri benim üslubumun hatasını anlatıyor. Öbürü aslında O’nun (Orhan Pamuk) bu işe soyunması hata diye, bir karşılık veriyor. Birbirlerine argümanlarını sunuyorlar. Tatlıya bağlamak için, insanların aralarında şu tarafları fena olmamış, diyerekten mutabakatları da oluyor. Bir nevi eleştiri kültürü süre geliyor.

Mesela ben eskisi kadar heyecanlı değilim. Yani bir sergiye gideyim. Bir albümü alayım, ona vakit bağlayayım. Bir eleştiri yazayım. Bir yorgunluk mu var? Hayır! Zaten gelişmek isteyen, gelmek için karşı konulmaz bir hissiyat içerisinde olan bir insanın, eleştiriden ırak kalması mümkün değil. Hem kendi özeleştirisi manasında, hemde üretilen herhangi bir fotografik iş için. Fotoğraf olduğu için meselemiz. Gelişmek isteyen kişide zaten sürekli bir eleştiri mekanizması işliyor. Dolaysıyla o sürüyor ama, umuma açık olarak bir şeyleri paylaşmak... eleştiri anlamında yazmak-çizmek ve üretmek diyorsan... Bunları çok nafile görüyorum artık... Değişen şey nedir? Bariz manada Bu’dur. Peki, bu iyi midir? Kötü müdür? Bu noktadan sonra beni çok enterese de etmiyor. Çünkü benim nihayetinde vardığım somut sonuç şu oldu. Türkiye'deki fotoğraf topluluğu eleştirmeye ve eleştirilmeye müsaitim bir topluluk değil... ve bizim bu atılımda bulunup, eleştiri kültürünü yaratmak ve yaymakla ilgili sürecimizden bugüne kadar geçen 15 senelik süreç içinde de... ki bu dile kolay! 15 seneden bahsediyoruz. Fotoğraf kaç yıllık bir teknoloji ki zaten... Dolaysıyla da bu sürede ülkenin bütünüyle vasata odaklanan bir sosyokültürel alt yapısı oluşmuş. Ben lafıma başlarken şunu söyledim. Eleştiri kültürünü var etmek ve yaygınlaştırmak için belirli bir kültürel çıta lâzım gelirken, biz her alanda vasatlık içerisinde yüzer hale geldiğimizden dolayı da bu yaptıklarım ‘Don Kişotluk’ bile değil.

S.A.K: Bu vasata gitmekle ilgili... bir nedensellik görüyor musun?

C.M.P: Bu temel anlamda politik bir gücün, var olan hükmünü sanatın bir branşı olan fotoğrafa yansıtmasının sonucu... Bütün her şeyi vasatlaştırmayı kendine amaç edinmiş bir mantık... buraya (fotoğrafçılık) da girdi. Dolaysıyla temel neden bu! Sonrasında zaten... tırnak içerisinde sanat branşları arasında fotoğrafçılık aslında en az sanat sayabileceğimiz bir branş. Çünkü biz mevcut olan bir şeyi çekip alıyoruz. İngilizcede buna ‘capture’ deniyor. Bir şey üretmiyoruz... yaratmıyoruz. Biz bir şeyleri eliyoruz. Gerektirdiği meziyet kapasitesi düşünüldüğünde vasatlaşmaya daha da açık ve daha kolay bir branş.

S.A.K: Bu Türkiye’ye özel bir vasatlaşma mı?

C.M.P: Bu vasatlaştırmayıglobal’ olarak değerlendirebiliriz. Bu sosyal paylaşım ağlarında fotoğrafların paylaşılması... özellikle bazılarının fotoğraf paylaşım konusu daha ön plana çıkıyor olması ki, Instagram bunun en güzel örneği... hızlı üretip, orada sunup izleyici ulaşmakla ilgili bir heyecanı yaratmayı başladı. Aynı zamanda fotografik anlamda ortalamanın üzerinde iş üretebileceğimiz kameralar da cep telefonlarımıza kadar girince; "herkes fotoğrafçı" oldu. İnsanlar ürettikçe üretmeye başladı. Bu global olarak oldu. Sadece ülkemizde olmadı. Dolaysıyla böyle bir durum söz konusu olduğu için, kalifiye olan-olmayan her insan üretirken, şöyle bir handikabı doğurdu. 

Kalifiye olan insanların işlerini görmek zorlaşıyor. Çünkü o kadar çok iş üretiliyor ki o akışa yetişemiyorsun. Diğer taraftan, “Bende çekerim!” diyen o kadar çok sayıda insan var ki... onların baskın bir şekilde ürettiklerinin gözümün içine sokulması söz konusu. Yanlış anlaşılmasın onlar da göstermiyor. Sen görmek zorundasın. O zaman ne oldu? İyiyi ayırt edebilmek için çok mesai bağlamanız gerekir oldu. Kulağın delik olacak. Sadece o (sosyal medya uygulamaları) mecralarda değil, fotoğrafla ilgili olan bir takım sitelerde, başka ortamlarda sürekli bir takım ortak payda da ismi iyi anılan kişileri duyacak, görecek ve okuyacağım. Ondan sonra Instagram'da, bu iyisi, bu kötüsü diye ayıracaksın. Bunlar çok ciddi mesai isteyen şeyler... Bunları yapabilmek mümkün olmadığı gibi, söz konusu vasatlık dikkate değenlerin üzerini bir perde gibi örtmeye başladı. Tamam üretmek kolaylaştı. Zamanında yetenekli bir insan maddi anlamda finanse etme gücüne sahip olmadığından üretemiyorken... şimdi artık film yok! Banyo yok! Kağıt baskıyok! Daha da doğrusu istersen var. Sonuçta fotoğrafları sosyal medyada sayısal ve bedava olarak paylaşıyorsun. Sonuçta dünyada genel geçer üretilen işlere baktığınızda, o vasatlığın baskınlığını global olarak da görmek mümkün. Sadece Türkiye bazında ele alınacak bir durum değil, ama tabii ki bizim kendimize has otantik bir vasatlığımız var ki, o konuşmaya başladık mı bitmeyecek bir konu...


S.A.K: Önceki röportajımızda fotoğrafın diğer sanat alanlarına göre daha kolay üretilebilir, herkesin kullanabileceği bir medya olduğundan bahsedip, aslında bunu birazda demokratik bir medyum olduğundan bahsetmiştin...

C.M.P: Evet, ne yanlış bir düşünceymiş.

S.A.K: Şimdi sana anti-demokratik geliyor mu?

C.M.P: İnternet belirli bir takım güçlerin belirli kıvamda saldıkları ya da alıkoydukları özgürlüklerle yönetiliyor. Dolaysıyla sizin medyumunuz yapısal olarak her ne kadar daha demokratikleşmeye uygun olsa da, teşbihte hata olmazsa siz sonuçta bu suyu bir kanala döküyorsunuz. O kanal bir servis yapacak çeşitli paralel hatlarla, ama onların başındaki birisi Pıt! diye onu kıstığı ya da kapattığı zaman, o hattın ucundan esas susamış insana, su akmıyor ki... dolaysıyla böyle bir sorun olduğu için... söylediğim şey, medyum için hala geçerli. Fakat fotoğrafı kullandığımız mecralar, daha çok internet örneğinde olduğu gibi sayısal mecralar olduğu için öyle dilediğinizce fotoğrafı muhatabına demokratik biçimde eriştiremiyorsunuz.

Altan Semih Kırmemiş: İki tane imza kampanyası açtın...

Cenk Mirat Pekcanattı: Hatta üç...

A.S.K: Pardon! Sabit Kalfagil, Fotoistanbul ve Ara Güler... en güncel olan Ara Güler'in heykelinin Galatasaray Meydanı’na dikilmesi kampanyasıyla ilgili... (E.N: Kampanyanın başlangıç tarihi 22.12.2021) Hatta senin sanırım 10. yayının (Gölge Fanzin kastediliyor.) idi... Ara Güler ile ilgili bir sayı hazırlamıştın. Ara Güler'in heykelinin dikilme meselesi nereden çıktı?

C.M.P: Ben hayatı boyunca Ara Güler ile çok fazla sayıda bir araya gelmedim. Fakat kayıt dışı bir şekilde, 16. Bursa Fotoğraf Günleri’nde bazı şeyleri paylaştığımız bir sefer oldu. Ben O'nda deriiin! bir yalnızlık hissettim. Aramızda bir çeşit dertleşmeye dönen kısa bir sohbet oldu.

Benim de kendimce yalnızlığa ve yitmeye dair bir takım meselelerim vardı. Bunlarla ilgili biraz konuştuk. Aslına bakarsan çok ciddi bir kaygısı vardı. Bu ülkenin kalburüstü fotoğraflarından biri, hatta en popüler fotoğrafçısı olmasına rağmen yaptığı bunca şeyin bir gün silinip gitme riskini, nafile olması düşüncesini dile getiriyordu.

Nitekim şanslıydı... her ne kadar çetrefilli, karmaşık ve çok ilginç bir süreçten sonra arşivi AGAVAM’da (Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi) koruma altına alınmış olsa da, bu kaygısını ömrünün son yıllarına kadar taşıdı. Çünkü daha önce aynı kanaldan gelen talep üzerine kurulan bir başka girişim vardı. O lâv oldu. Vazgeçildi.

Bu seferkinde de işte, “Karışık o işler! N'olduğu belli değil!” diye ifade ettiği bir sarmalda kendisini bulmuştu. Son dakikaya kadar o endişelerini su yüzüne çıkaracak biçimde, bir takım röportajlarda ya da sohbetlerde bu düşüncesi dile getirdi.

İşte... o zaman bende kendime, "Hakikaten bir fotoğrafçının esasında yaşamı, kendi var olan organik ve sosyal yaşamından bağımsız olarak, aslen arşivinin yaşadığı süreci kapsıyor. Söz konusu fotoğrafçı organik olarak öldükten sonra, arşivi eğer emin ellerde, uygun koşullarda saklanırsa organik bedeni yok olmakla beraber fotografik birikimin üzerine yeni bir şeyler eklenmese de fotoğrafçı esasında teknik olarak bir nevi ölümsüzleşebiliyor.", derken buldum kendimi. Bu etkiden, bu güdüden dolayı... ve bir kereye mahsus olmakla beraber sohbet edip de durumunun beni kökten etkilemesinden dolayı onu ölümsüzleştirebilmenin bir yöntemi olarak kafamın kenarında böylesi bir duygu ve düşünce vardı.

Sonra sende biliyorsun, Ara Güler’in her zaman yanından ayrılmak bilmeyen müthiş bir kitlesi vardı. Yani bu bahsettiği yalnızlık ve yitip gitme duygusuyla çelişen bir şekilde etrafı bir sürü insanla doluydu. Ama dikkatli bakıldığında... varlar. İyiler... güzel... hoş! Ama yani bunlar hangi gezegenden?... ben hangisindenim? tadındaki bir yalnızlığı hep gözlemleyebilirdin.

Vee... harç bitti, yapı paydos! Herkes yok oldu. Şu anda 3 binin (güncel 5864 imza, sizde bu bağlantıyı tıklayarak, imza verebilirsiniz.) üzerinde imza toplamakla birlikte, fotoğraf camiasının bu 3 bin kişinin % 10'una tekabül etmeyeceğini çok rahatlıkla söyleyebilirim. Yanından eksik olmayan insanların %5’ini oluşturmayacağını iddia edebilirim.

Bu bir öngörü falan değil. Ben zaten kampanya imzalandıkça ilkinden sonuna kadar güncel bir sıralamayla tüm isimleri görüyorum. Tanıdığımız insanların isimlerini listede görüyor ya da görmüyorum noktasında herhalde yalan söylemiyorumdur, değil mi? Dolaysıyla bir noktada şunu gördüm ki, en çok yanında olanlar... bu kampanyaya destek vermeyenler oldu. Tabi ki istisnalar kaideyi bozmaz.

S.A.K: Bunun sebebi ne sence?

C.M.P: Son zamanlarına kadar Ara Güler normalde politikaya dair hiç konuşmazdı. Fakat son raddede asrın liderini(!) övmeyi öyle bir seviyeye taşıdı ki, karşıt görüşlü... karşıt tandanslı kitle, bu yüzden Ara Güler'den bir anda ıraklaştı. O’nu sahiplenmez-sahiplenemez oldu.

Aksine ters kutupta çokça sahiplenir hale geldi. Halbuki uyruğu... yaşam tarzı; ekonomik olsun, kültürel olsun ve sosyal olsun... kendine pek yaraşmayan bir topluluk olmasına rağmen, bu insanlar “Al bak işte! O bile böyle dedi. O bile şöyle yaptı.”, diye!.. diye!.. Ara Güler’i politik bir figüre dönüştürdü. 

Bundan sebeple de Ara Güler’e dair kafalarda müthiş çelişkiler var. Biri çıkıyor. “Ya! ben O’nu son söylemlerinden dolayı onaylarsam, onun yapmış olduklarını... demiş olduklarını meşrulaştırırım”, diyor. Diğeri de çıkıyor, “Sonradan aklı başına geldi. Böyle ifadelerde bulunarak bizim liderliğimizi eden insandan yana tavrını koydu.”, diyor.

Onlar da change.org’a girecek... hesap açacak... kampanyayı bulacak ve imza atacak... bak işte! o noktaya gelmek de çok zorlanıyorlar. 

Bu kampanyayı paylaşarak, karar vericilere ulaşmalarını sağlayarak ve öne çıkararak sizde destek olabilirsiniz.

S.A.K: Sabit Kalfagil arşivi için bir kampanya başlatmıştın. Kaç yıl oldu bilmiyorum? (E.N: Kampanyanın başlangıç tarihi 29.04.2018) Orada nasıl durumlar? Oradaki amacın... niyetin neydi? Sabit Hoca senin için ne ifade ediyor?

C.M.P: Lafın gelişi değil, kendisi gerçekten de Marmara Üniversitesinde eğitim gördüğüm yıllarda hocam oldu. Her ne kadar tarz ve tavır olarak birbirimize çok benzemeyen... bazen aksine çok benzeyen yönlerimiz de olsa, Sabit Hoca'nın tartışmayacağım bir özelliği var. Sabit Hoca anlatmayı bilen, öğrenmeyi kesmemiş... öğretmeyi zaten hiçbir zaman için geri koymayan... yani birine bir şey sorarsanız o şeyi... o kişi dirhem... dirhem... size aktarır. Çünkü bilgeliğinin ve ustalığının tadını çıkarır. Maddi anlamda geri dönüşüm sağlayabilirse, onu elde etmeye çalışır. Tüccardır o manada. 

Fakat Sabit Hocanın bir düğmesi varsanki... öğrenmek için bu butona basınız!.. Jeton da atmana gerek yok. Sabit Hoca, derya deniz gibi çağlar dururdu. Anlattığı her yeni şeyle birlikte, sizin o konuya dair öğrenmek istediğiniz bir o kadar daha çok şey tetiklenirdi. Bu duruma dair tavrı şöyleydi: (Sabit Kalfagil’in sesini taklit ederek) "O'na da geleceğiz." Zaten o konuda illa gelirdi. Sıradaydı... İster istemez girdin mi o deryaya ufak ufak derine doğru gidiyordun. Hani bir tip vardır. Kontenjandan 5 tane soruya hazır birer cevabı vardır. Tak! tak! tak! arka arkaya sorar. Cevapları aldıkça da, Ooo! dersin. Sonra birden korsan bir soru gelir. Hesapta olmaya altıncı soru... O kişi o vakit lâl olur. Öyle değildi, sordukça daha da uzardı o iş. Uzamak tabi ki lafın gelişi, hakikaten derya deniz bir adamdı.

Arşiv konusunda da çok titizdi. Arşivcilik sadece çektiğim şeyi saklamak değil. Onun koşulunu hazır etmek... titizlenmek... envantere geçirmek... Yani bir kutunun içine onları koyup, kenarda bir yerde tutup ben arşivciyim demekle olmaz o iş. Zaten arşivcilik profesyonel anlamda bir meslek. Demin Ara Güler için konuştuğumuz noktaya yine geri geliyoruz. Fotoğrafçının ömrü aslında arşivinin varlığının korunduğu ve o arşivin topluluklarla paylaşıldığı... izleyiciyle paylaşıldığı sürece süre gelir. İşte Sabit Hoca'nın arşivi de buna hakikaten namzet... bunu hak etmiş bir arşiv. Zaten Ara Güler'den önce, Sabit Hoca'nın arşiviyle ilgili kampanyayı başlatmıştım. Akıllara “son raddede gelinen nokta nedir?”, diye bir soru gelecektir. Mirasçıları konumundaki akrabalarının hepsi kampanyadan haberdar. İkisi imza attı. Birisi damadı aracılığıyla benimle irtibat kurdu. Bir takım konuşmalar yaşandı. Ben, Doğuş'un ilgili ekibinin Acıbadem'deki evine giderek, Sabit Hoca’nın arşivini incelediğini ama daha sonra ilgilenmediğini biliyorum.

Benim burada yaptığım şey, kendimde bir fotoğrafçı olduğum için... işte o arşivin varlığının fotoğrafçılık ömrünü sürdürmekle ilgili... devamlılık-devamsızlıkla ilgili... Ben de kendi içinde kendi arşivime dair melodramatik duygular yaşıyorum. Empati kurmam çok kolay o yüzden... artı kendisi hocamdır. Hani ‘boynumun borcudur’, diye bir tabir var ya!.. Yani şimdi bu kadar da olsun! Yoksa bende Sabit Hoca'nın etrafını her zaman çevreleyen o şahane! insanlar gibi öldükten sonra, ne Pıt! diye kaybolmayı ne de Ara Güler'in yanında selfiecik yapanlardan biri olmayı kendime yakıştırabilirim. Dolaysıyla ben de onlara olan manevi borcumu, insanların katılıp destekleyebilecekleri bir platformda bir araya gelebilmelerini sağlayarak ödemek istedim. Özetle şu anda kullandığım platform ve başlattığım imza kampanyaları da bunun bir yansıması oldu.

S.A.K: Sabit Hoca'nın arşivinde ne var? Sence ne anlatıyor bize?

C.M.P: Vallahi herhalde 50lerden tut, ömrünün el verdiği son güne kadar... çok çalışkan da bir fotoğrafçıydı. Mesela Ara Güler için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Gerek İstanbul'un gerek Türkiye'nin dört bir yanını ve çok ciddi anlamda fotoğraflamış. Dikkatli gözler... uzmanlar... baktıkça antropolojik, sosyolojik, ekonomik... birçok manada... mesela mimari manada... son 50-60 yıla... hatta fazlasına ciddi bir projeksiyon tutmamızı sağlar. Nitekim bir takım söylentilere göre hala hayattayken Türk Tarih Vakfı da, Sabit Hoca'nın arşivi almak için kendisiyle iletişime geçmiş, kurulan bu iletişim sonrasında herhalde maddi manada mutabakata varılamadığından olsa gerek... daha doğrusu benim kulağıma gelenler bu doğrultuda... bu olmamış... suya düşmüş. Türk Tarih Vakfı'nın ne tip yayınlar çıkarttığı, hangi amaçlarla çıkarttığı aşikar. Onlara dört dörtlük görsel destek sağlayacak, hatırı sayılır bir arşiv.

S.A.K: Fotoistanbul ile ilgili kampanya ne durumda?

C.M.P: Şöyle bir sevindirici haber vermek mümkün. Fotoistanbul şu anda... hali hazırda bir fotoğraf yarışması vesilesiyle tekrar faaliyete geçmiş durumda. Rivayete göre, gelecek sene içinde bir festival olarak tekrar hayata geçirilme olasılığı kağıt üzerinde belirdi. (E.N: Şu ana kadar u konuda herhangi bir gelişme olmadı. İsim hakkıyla ilgili bir takım hukuki durumların olduğuna dair söylentiler var.) Uzun yıllar oldu. 4-5 sene oldu. Çok kıvamında... güzel... birde her şeyden önemlisi... koca şehirde... İstanbul’da... marka şehir İstanbul... marka şehir İstanbul... fotoğraf festivali yok! Daha doğrusu var. Haklarını yemeyeyim. 212 Photography Festival diye bir festival düzenleniyor. Ama bu festivalin fotoğrafa bakış açısı... bir seçki halinde bir araya getirip sergilediği işler... tavır ve tarzı çok farklı... daha butik... daha... kötü bir kelime kullanmak istemem... ama elit... seviye üstü olduğunu hisseden bir bakış açısıyla bazı şeyler üretiyorlar. Yahu üretsinler sorun değil, sonuçta bu değerlendirmeyi mukayeseli yapabilmeniz için, bu ve benzeri türde birçok festival olmaki... bizde bunu daha sağlıklı değerlendirelim. Belki ben revize edeceğim bakış açımı... Yoo! Hayır... doğru hakikaten o seviyedelermiş”, diyeceğim. Ama düşünsenize böyle bir şey yok! Böyle tek bir festivali var. Herkes duymuyor bu arada... (Ç.N: Geçen 2 yılda 212 Photography Festival bilinirliğini reklam ağını kullanarak arttırma yolunda hızla ilerliyor.) Fotoistanbul, Beşiktaş Belediyesi'nin desteklediği bir organizasyon olduğu için, Barbaros Hayrettin Paşa heykeli önündeki o koca alanda devasa panellere fotoğraflar kuruluyordu. Muazzamdı. Onun haricinde, şu meşhur Kazan denen mekanla Sinan Paşa Camii'nin arasındaki alana vesaire... Tabii ki ilçe içerisinde, bir takım başka paralel etkinlikler olarak farklı... farklı... mekanlarda da sergiler kuruluyordu. Hem geniş bir alana yayılıyordu, hem de erişimi kompakttı. Çok kolay oluyordu. hatırı sayılır sayıda yerli ve yabancı kalburüstü fotoğrafçı geliyordu. Dolaysıyla ülke fotoğrafına muazzam bir hareketlilik katıyordu. Yeni fotoğrafçıların tanınmasına vesile olan bir yapıdaydı. Az da olsa ezber bozmaya namzetti. Düşünün şimdi İstanbul'da butik... niş... bir festival var, diyorum. Onu da duyduğunu söyleyene, böyle bir festival mi var?, diye soruyorlar. 

Paris Photo denen bir şey var değil mi? Paris'te, bir fotoğraf festivali oluyor, bir günde gezip bitirmen mümkün değil! Biz bu şehirde bir günlük festival yapamıyoruz. Böyle bir komedi olabilir mi? Zaten dönüyorsun... dolaşıyorsun... bakıyorsun ki, Türkiye'de geriye, uluslararası niteliği olan ve uzun süredir devam eden fotoğraf festivali Bursa Fotofest (Ç.N: Festivalin son organizasyonu içler acısıydı. Akibeti tartışılıyor.) kalıyor. Bu yüzden benimkisi Fotoistanbul'un tekrar yapılması için, bir çare arayışı... bir arzuydu. Destekleyen insanlar da imzalarını attılar. Hala da kampanya süre geliyor. Kampanyaları kapatmak için zaten bir biçimde orada beklentisinde olunan konunun hayata geçmesi lazım. İşte İnşallah, duyduklarımıza göre, gelecek sene itibariyle böyle gelişmenin olma olasılığı var.


S.A.K: 15 yılda bir şeyler değişmiş, hepsini konuşacak vaktimiz yok. Zaten olamaz da... Biz nereye doğru gidiyoruz?

C.M.P: Şimdi bir kere temelde; “Teknoloji itekliyor, insanlık tekliyor.” Burası kesin. Baş döndürücü bir hızla hayatımızı kolaylaştıran birtakım teknolojik yenilikler devreye girdikçe bir kere insanların arasındaki mesafe ıraksıyor. Çok kolay erişebilmek... çok kolay görüşebilmek.... bunlar için birtakım pratikler çözünler var ama... İnsanlar bulundukları aynı ortamdaki havayı kokladıklarında bile başka bir atmosferi tecrübe edeceklerken, sen ekranda kendi ortamında ben diğer ucunda kendi tarafımda olduğum sürece esasında aramızda tam anlamıyla bir iletişim yok! Bu kolaylık bizi yanıltıyor. Bu her şeyde zuhur ediyor. Siyasi kutuplaşmada... kültürel uçurumlarda...

Bunun haricinde açlık hızlı bir şekilde geliyor. Susuzluk hızlı bir şekilde geliyor. Şu anda sosyoekonomik bir konjonktür mevcut ki... baktığınızda I. Dünya Savaşı arifesiyle ve II. Dünya arifesiyle tıpkı bir puzzle parçası gibi ‘cork!’, diye örtüşüyor. Bence kümülatif... global bir savaş geliyor.

Ben bundan 15 yıl önce de bazı öngörülerimi... fotoğrafa ya da insanlığa dair söylediğimde,Aman sende çok pesimistsin”, derlerdi. Şimdi bana ‘pesimist’ diyenler, bitmek bilmeyen kötümser şikayetleriyle başımı ağrıtıyorlar. İşte bir süre sonra, şu anda söylediklerimi 'karamsarlık' olarak değerlendirenler... niteleyenler yine aynı şeyi yapacaklar. Tarih tekerrürden ibarettir. Ama ahmaklar için... ahmaklar için tarih bir tekerrürden ibarettir.

S.A.K: Cenk, çok teşekkür ederim.

C.M.P: Ben Teşekkürler ederim. 15 yıl sonra tekrar görüşmek üzere...


RÖPORTAJ: CENK ‘MİRAT’ PEKCANATTI


“Elimde bir tutayım. Bir kericik... Bir karecik fotoğraf çekeyim istiyorum.
Olmuyor. Çıldıracağım...” 

https://miratinpuslufotografatlasi.blogspot.com/2018/04/golgede-roportaj-cenk-mirat-pekcanatti_16.html

Yorumlar